Sarayburnu önlerinde paçaları sıvamış, baldırlarına kadar suyun içerisinde, pür dikkat deniz tabanını izleyen Topal Hasan’ı arıyor yine gözlerim. Barbuncu olarak nam salmış ama bir türlü vazgeçemediği tutkusuyla yaz kış her fırtınadan sonra denizin getirdiklerini arayan Lodosçu Topal Hasan’ı… Eğer ki çocuk yaşlarımda tanımış olsaydım onu sanırım her şey bambaşka olurdu. Daha çocuk yaşta tanıdığım Agani bile öyle bir zehirlemişti ki, kırklı yaşları tüketmeye başlayalı beri hala hiç bir şey değişmedi. Deniz, ille de deniz…
Sadece birkaç tane dişi kalmıştı ağızında. Saçları gür ve kır, teni her zaman güneş yanığı, oldukça sıska, fakat yaşına göre dipdiri ve dimdikti. İlk tanıdığım zamanlar herhalde altmışlarındaydı. Agani derlerdi Ona. Onun da gerçek adının Hasan olduğunu ancak yıllar sonra öğrenebilmiştim. O sıralar tek ortak özelliğimizin ağzımızdaki diş sayısı olduğunu sanıyordum. Oysa beni ona yaklaştıran asıl ortak tutkumuzu yıllar sonra keşfetmiştim. Uçsuz bucaksız, sahipsiz ve sonsuz mavilikler; deniz…
Mavilikler onun hem dostu hem iş ortağıydı. Bir balıkçıydı O. İlk karşılaşmamız beni ve diğer arkadaşlarımı beş-altı metrelik pancar motorlu sandalıyla gezintiye çıkarttığı gündü. Bu ilk denize açılışımdı ve benim için yeni bir başlangıçtı aynı zamanda. O küçücük fındık kabuğu sandal adeta büyülemişti beni. Arkamızda Yeniçiftlik sahili, karşımızda Marmara ve Avşa adalarının baştan çıkarıcı silueti. Daha sonraki seferlerde hep kandırmaya çalışmıştım onu adalara kadar gitmek için. Ama o da diğerleri gibi “Deniz bu” derdi, “Oynaşmaya gelmez.” O bile dostu ile, iş ortağı ile şakalaşmaz, limitlerini zorlamazdı. Oysa ben hala hayal eder dururum, hani derim küçük bir fındık kabuğuyla denizin kucağına bırakıversem kendimi, alsa götürse beni.
Ve bir yaz tekrar Yeniçiftlik’e döndüğümde göçüp gitmişti Agani’de. Bir başka balıkçıdan öğrenmiştim öldüğünü. Ne ne zaman, ne de nasıl öldüğünü sormuştum adama. Tek sorduğum nerede öldüğüydü. Agani’yi karada hatta yatağında yakalamıştı ölüm. Ne gariptir ki ben ölümüne değil denizde ölmemesine üzülmüştüm sadece.
Yaşar Kemal sağolsun, yazmıştı da tanımıştım Topal Hasan’ı. Oysa sıradan bir balıkçıydı Agani. Sessiz sedasız gelmiş, yaşamış ve göçmüştü. Tam da Sait Faik’in dediği gibi; “kime kalmış ki bu dünya, bir garip balıkçıya kalsın”. Tam da gözlerimin Topal Hasan’ı aradığı yerde, biraz ileride bir grup trol teknesi tarla gibi sürüyordu denizin dibini. Denizin dibi yangın yeri. Denizin dibi enkaz.
Yelkovanların peşi sıra dalmış gitmiş Kekamoz’a seslendim. “Hatırlıyorsun değil mi? Tam buradan, Sarayburnu’ndan.” Bıkkın bir ifadeyle baktı yüzüme. Tüm yaşamı denizde geçen Agani’nin betonların arasında kalan mezarını göreli beri bir endişedir kaplamıştı içimi. Saçma sapandı belki, ama olsun. Öldüğümde tam buradan, Sarayburnu’ndan denize atılmaktı tek vasiyetim. Tam da Sarayburnu’ndan.
Ne de olsa, Sarayburnu’nu döndün mü bir kere, dünyanın tüm denizleri uzanır önünde…
Hakan Tiryaki
hakan@indeep.com.tr