OSMANLI DONANMASINDA TERSANE HALKI VE GAVVASLAR

Zamanında “Donanma-yı Hümayun” ismiyle anılan Osmanlı Donanmasının askerleri teknik sınıf olan “Tersane Halkı” ile savaşçı sınıf olan “Harp Sınıfı”ndan oluşuyordu. Her iki bölüm de “Kaptan Paşa”nın komutasındaydı. “Tersane Kethüdası” veya sonraki adıyla “Kapudane-i Hümâyun” Kaptan Paşanın yardımcısıydı ve yokluğunda ona vekalet ederdi.

Tersane Halkı, azaplardan, yani Donanma hizmetinde kullanılan askerlerden oluşurdu. Bunlar Reis, Odabaşı, Aşçıbaşı adlarında üç subayın komutasındaydılar. Azaplar her biri beş altı kişiden oluşmak üzere birçok küçük ekiplere bölünmüştü. Tersane nöbeti tutmak, subayların filikalarını çalıştırmak, kereste getirmek ve zindanda bulunan hükümlüleri muhafaza etmek gibi görevleri yerine getirir, ihtiyaç halinde kalafatçılık yaparlardı. Bir kısmı da “gavvas” idi. Azapların bir sınıfı da top atışı gibi askeri eğitimler de yaparak, gerektiğinde savaşçı sınıfta da görev alırlardı.

Levendat (Leventler) Kaptan Paşa komutasındaki Donanma-yı Hümayun’un savaşçı, gemici veya karacı askerleriydiler. Savaşçıları kırmızı barata, kollu beyaz gömlek, kırmızı cepken, mavi renkli kısa şalvar giyerler ve bellerine sarı kuşak sararlardı. Bu kıyafeti kullananlar yerli halktan birileriydiler ve Levend-i Türki olarak adlandırılırlardı. Daha çok kürekli teknelerde kürekçilik görevi verilen Rum asıllı gemiciler ise Levend-i Rumi olarak adlandırılır ve mavi sarık, beyaz gömlek, yeşil cepken ve yeşil kısa şalvar giyerlerdi. Bu kıyafetler yapılı vücutlarını daha da öne çıkarır onların delikanlı, savaşçı yanlarını vurgulardı.

Günümüz Türkçesindeki levent “boylu-boslu, yakışıklı, yiğit, çevik” anlamına ya da bu anlama gelen erkek ismi olarak kullanılıyor. Halbuki levent İtalyanca asıllıdır ve “doğulu” anlamındaki “leventino” kelimesinden gelir.

Osmanlı’da “gavvas” adı verilen dalgıçlar ise Tersane’nin gözde leventleri olabildiği gibi gene Tersane adına dalışlar yapan sivil dalgıçlar da olabiliyordu. Gavvas Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde “inci avcısı, dalgıç, nefesle dalan, çok gayretli, çalışkan” anlamına geliyor.

Evliya Çelebi, gavvasların İstanbul’da, Galata ve Kasımpaşa’da loncaları olup bunların genellikle Kuzeybatı Afrikalılar’dan oluştuğunu aktarıyor. Tersane-i Amire’deki dalgıçlar sefer zamanı donanma ile birlikte denize açılırken yaşı ilerlemiş olan birkaç dalgıç da her hangi bir ihtiyacın ortaya çıkması ihtimali karşısında tersanede bırakılıyorlardı.

Osmanlı dalgıç olarak donanma personeli olmayan gavvaslardan da faydalanıyordu. Bu dalgıçlar genellikle Ege’deki adaların denize yatkın halkından temin ediliyordu. Bu adalar içerisinde özellikle Sömbeki adasının dalgıçları kullanılmaktaydı ki Sömbeki adası süngercilikle uğraşıp ada halkı da denizden sünger çıkarma uğraşıları sonucu iyi dalgıçlar olarak ünlenmişlerdi. Ancak sömbeki kelimesi sadece bu adanın dalgıçlarını işaret etmeyip genel olarak “dalgıç” anlamına gelmekte ve tersanedeki dalgıçlar için de kullanılmaktaydı.

Leventlerin kıdemleri onları “çektiri leventi”, “firkate leventi”, “kalyon leventi” yapıyor, komutanlarına ise “şeh levent” deniyordu. En kıdemli levent kıç kasarada görev yapar ve ona “kıç leventi” denirdi. XVII. yüzyılda Levend-i Rumi’ler dağıtıldıktan sonra, leventler, kalyoncu adını aldılar. Kalyoncuların subayları “Levent Ağası”, “Baş Ağa” unvanlarıyla anılır oldu.

Derya Sancak Beyleri emrinde sefere çıkan savaşçı leventler kılıç, mızrak, tüfek ve tabanca taşırlardı. İstanbul’daki hanlarda ikamet eden leventler, barış zamanında çeşitli taşkınlıklar yaptıklarından, Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa bunlar için Galata, Beşiktaş, Hasköy ve Eyüp’te bazı tesisler yaptırıp bu tür taşkınlıkların kontrol altına alınmalarını sağlamıştı.

Gavvaslar için su altında çalışmak oldukça meşakkatli bir uğraştı. 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da, sualtı çalışmalarında dalgıçların daha uzun ve rahat çalışabilmelerini sağlayabilmek üzere bir takım buluşlar yapılmıştı. Bunların en başarılısı ‘dalış çanı’ adı verilen ve su altında dalgıcın içinde solumasına ve belli bir mesafede hareketine izin veren çan biçimindeki zemini olmayan odaya benzer araçtı. Bu sistem o dönemlerde dipte 18 m. gibi bir derinlikte bir saat kadar çalışma imkanı veriyordu. Dalgıcın, su altında hareketini kolaylaştıran dalış elbisesinin bulunması 1797 yılında olurken bu buluş 1830’larda elbiseye yüzeydeki bir pompadan hava basılacak şekilde geliştirilmişti. Fakat Osmanlı için çalışan dalgıçların bu türden aletler kullandıklarına dair bir bilgi yoktur. Evliya Çelebi, bellerinde taşıdıkları bıçaklarından başka aletleri olmayan inci ve sünger dalgıçlarının deniz dibini rahat görebilmek için ağızlarına zeytin yağı alarak daldıklarını belirtiyor. Buna göre, dalgıçların dipte suya bıraktıkları yağ yükselirken bir cam etkisi yaratarak dibi görmelerini sağlıyordu. Bu dalgıçların dibe hızlı inmek için kullandıkları bir teknik de bir taşa tutunarak bunu ağırlık olarak kullanmaktı. Tekneden bir taşla suya atlayan dalgıçlar bununla dibe ulaşınca suyun kaldırma kuvvetine karşı yine taşın ağırlığından faydalanarak dipte kaldıkları süre içinde rahat çalışabiliyorlardı. Bir ucu teknedeki bir arkadaşlarının gözetiminde olan bellerine bağladıkları ip ise su altı çalışması sırasında her hangi bir tehlike anında dalgıçların yukarı çekilmelerini sağlıyordu.

Osmanlı’da XVI. yüzyıldan itibaren aylak, boş gezen, eşkıya takımından meydana gelen bir de “Kara Leventleri” vardı. Bunlar donanma leventlerinin açıkta kalıp Anadolu’daki eyalet ve sancaklarda görev alarak “Atlı Levent”, “Süvari Levent” yahut “Kapılı Levent” adları ile yeni bir asker sınıfı oluşturanlardı. Görev alamayanlar da başıboş, serseri oldukları, eşkıyalık yaptıkları için bunlara da “Kapısız” denildiği bilinmektedir.

Derin denizlerdeki malzemelerin dipte bağlandıktan sonra yukarıya gemilere çekilmesi gerekmekteydi. Bu iş için gemilerdeki insan gücünün kullanılabileceği düşünülebilirse de 16. yüzyıldan kalma bir resim ve üzerindeki açıklamalardan, bu dönemde denize batmış olan gemi veya dipteki malzemelerin çıkarılmasında kullanılan bir geminin mevcut olduğu görülüyor. Tek direkli ve fazla büyük olmayan bu kurtarma gemisinde, geminin kıçında yer alan bir ahşap platform ile iplerle irtibatı olan büyük bir çark vardı. Bu çark denizden çıkarılacak malzemenin yukarıya çekilmesini sağlıyordu.

Sığ yerlerde karaya oturan gemilerin kurtarılması ise geminin altından geçirilen iplerin her iki ucuna içi su dolu fıçıların bağlanıp, daha sonra tulumbalarla fıçıların içindeki suların boşaltılarak hafifleyen fıçıların su yüzüne yükselirken gemiyi de beraberinde yükseltmeleri ile sağlanırdı.

Her savaş gemisinde, 20-30 kişilik “Tayfa” bulunur ve tayfalara “Oda Başı” adında bir subay komuta ederdi. Savaş gemilerinin büyük kısmı kürekle de hareket ettirildiklerinden, çoğunlukla suçlu ve esirlerden oluşan “Forsa”lar kürekçilik görevini yaparlardı. Her gemide forsalara “Gardiyan Başı” adı verilen bir subay komuta ederdi.

Dalışlar sırasında çalışmalara katılan dalgıçların sayısı çok farklılıklar gösterebiliyordu. Bozcaada yakınında yanarak batan bir gemiden yapılacak kurtarma çalışmaları için Biga’dan 20 günlük periyotlarla değişmek üzere 20 amele istenmiş olması bu tür çalışmaların kısa sürede sonuçlanmadığını da gösteriyor. Nitekim Sakız açıklarında batan bir geminin sadece yerinin tespit edilmesi yaklaşık 30 gün sürmüştü. Çalışmaların uzun sürmesinin nedeni dalgıçların su altındaki kalış sürelerinin kısa olması ile ilgili idi. Bunlar, ancak ciğerlerinin kapasitesine bağlı olarak nefes tutabildikleri birkaç dakikalık sürelerde dipte kalabiliyorlardı.

Tersane’de istihdam edilen dalgıçların görevleri sadece batık çıkarmak ile sınırlı değildi. Bunlar Akdeniz seferi sırasında donanma ile birlikte yola çıkıyorlar, tersanede tamire ihtiyaç duyan gemilerin hizmetinde görev alıyorlar, çeşitli tersanelerde inşa edilen gemilerin denize indirilmesi sırasında görevlendirilerek buralara gönderiliyorlar, yolculukları sırasında kaza yapan gemilerdeki personel veya yolcuların kurtarılmasında görev alıyorlardı.

Akdeniz’de kıyıların doğal oluşumlarından dolayı fırtınalı havalarda sığınabilecek birçok yerler bulunduğundan, Osmanlılar rüzgarın esintisine uymaya zorunlu olmayarak kendileri her an denize egemen olabilmek için kürekle yüzen küçük gemilere daha çok önem vermişlerdir. Kürekli gemilerdeki tutsaklar arasında en kıdemlisine reis adı verilir, O da geminin kılavuzluk işini görür, dümene de bakardı.

Dalgıç, tersane personeli arasında ise ulufe alıyordu. Bunun dışında da dipten çıkardıkları gemi lengerleri devlete aitse donanmaya teslim ediliyor, sahibi çıkarsa yarı fiyatına buna iade ediliyor, sahibi bulunamazsa satmak üzere kendilerine kalıyordu. Dalgıçların çalışmalar süresince yiyecekleri ise bölgenin kaynaklarından karşılanıyordu.

Tersane personeli olmayan dalgıçların ücreti, çıkarılan malzemenin belirli bir hissesinin verilmesi şeklinde ödenmekteydi. Bu şekilde özel dalgıçlarla çalışıldığında bunlara çıkardıkları karşılığında kaç hissenin verileceği devlet ile dalgıçlar arasında yapılan pazarlık sonucunda belirlenmekteyse de dalgıçların teklifi devlet tarafından hesaplı bulunmazsa İstanbul’daki tersaneden dalgıç ve malzeme gönderilmesi seçeneği her zaman mevcuttu.

Kazanın meydana geldiği yer birkaç açıdan kurtarma çalışmaları üzerinde etkili idi. İlk olarak diptekilerin çıkarılmasında derinlik faktörü önem kazanıyordu. Dalgıçların su altında solumalarına imkan veren modern dalış cihazlarının kullanılmadığı bu dönemlerde dalış derinliği insan vücudunun olanakları çerçevesinde belirleniyordu. Bundan dolayı dipteki malzemelerin çıkarılabilmesi ancak dalgıçların çalışabileceği derinlikler dahilinde mümkündü.

Bazı seyahatnamelerdeki anlatımlarda dalgıçların 70-80 kulaç (140-160 mt) gibi derinliklere daldıklarına dair yer alan ifadeler belgelere dayanmamakta, belgelerde karşımıza çıkan ölçülere göre çok abartılı kalıyor. Bununla ilgili olarak belgelerde geçen derinlik ölçüleri 7-32 kulaç (14-64 mt) arasındadır.

Leventlerin varlığı, 1776 yılında verilen bir fermanla kesin olarak ortadan kaldırıldı.

Osmanlı sularında modern dalış cihazlarının kullanılmaya başlanması ise 19. yüzyılın ortalarına doğru oldu. Nitekim su altı çalışmasını kolaylaştıran bu gelişmenin ardından Osmanlı Devleti batıkların çıkarılmasında bu ekipmana sahip olan yabancılardan faydalandı. 1830’larda Navrin ve Sakız’daki savaşlarda batan gemilerin batıklarında çalışan M. Lovee ve dalış ekibi 1850’lerde de İstanbul limanındaki birkaç batıkta çalıştılar.

İyi dalışlar,

Mehmet Avadan
https://www.facebook.com/mhmtvdn

 

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin !