Kaçkarlar’ın Büyük Deniz Gölü’nde metrelerce kalınlıktaki buzun altında kaybolma tehlikesi de atlatan Atlas ekibi 16 metre derinliğe indi.
Kaçkar’a Dalmak Rakım: 3 bin 368 metre. Su sıcaklığı: 1 santigrat derece.
Dalgıçların korkuları:
1) Regülatörleri donacak mı? (Donarsa yüzeye çıkma şansları kalmayacak.)
2) Soğuğa ne kadar dayanabilecekler?
Üç bin metrenin üzerinde, Büyük Deniz Gölü’nde suya girdiğimizde saat 16:15’ti. Termometreme baktım, suyun sıcaklığını bir santigrat derece gösteriyordu. Sualtına indiğimizde regülatörlerimizin donmasından korkuyordum. Çünkü böyle bir durumda yüzeye çıkmamız için çok şansımız olmazdı.
Suya nereden gireceğimizi belirlemek için etrafa baktık. Buraya gelmeden önce suyun çok berrak olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Dağlardan inen kar suları ve rüzgâr, göle kuru yaprak ve toprak getirmişti. Bunlar gölün üstündeki buzların arasına yerleşmişti. Buzlar eridikçe suya karışıyor ve suyu bulandırıyorlardı. Ayrıca yazları buzların erimesiyle göl suyunda oluşan alg adı verilen mikrobiyolojik canlılar da görüşü kısıtlıyordu.
Etkinliğin beşinci günü hava sıcaklığının artmasıyla buz kütleleri birbirinden ayrıldı ve gölde açıklıklar oluştu. Aynı gün ekiptekiler 16 metreye daldılar. Yaklaşık 40 dakika süren bu son dalışın ardından da dinlenmek için su yüzeyine çıktılar. Buzlarla kaplı ve sadece bir santigrat derecedeki dondurucu suda dinlenirken güneş üstlerinde parlıyordu.
Yaz aylarında Büyük Deniz Gölü, alg adı verilen mikrobiyolojik canlılarla kaplanıyor. Alglerin sayısının artması göl suyunun bulanmasına neden oluyor. Ekibin ilk günlerde yaptığı sığ dalışlarda sudaki görüş mesafesi birkaç metreydi. Fakat beşinci gün dalgıçlar ilk defa 10 metre derinliğe indiler. Burada onları bir sürpriz bekliyordu Sisi andıran bulanık tabaka üstlerin de kalarak görüş mesafesi 50 metreye kadar çıktı.
Ekip arkadaşım Burak’a yaklaşıp elimle ona bağlı kılavuz ipini kontrol ettim. Dalış sırasında buzların altında kaybolmamamız için tıpkı mağara dalışlarındaki gibi kıyıya bir kılavuz ipiyle bağlıydık. Her şeyin hazır olduğunu anladıktan sonra yavaşça dalışa geçtik. Suyun altına inerken üstümüzdeki güneşli gökyüzü kayboluyordu. Gölün yüzeyindeki buzlar ışınları engelliyordu. Artık her yer karanlıktı. Birbirimize çok yakın yüzüyorduk ama ben Burak ve Doruk’un sadece ışıklarını görebiliyordum. Bu karanlık ve dondurucu suda üçümüzün de aklına aynı soru takılmıştı: Soğuğa ne kadar dayanacağız?
Kısa bir süre buzların altında kıyıyı takip ettik. Sonra birden ışıklardan birinin bana yaklaştığını gördüm. Burak’tı; bana ellerinin çok üşüdüğünü işaretlerle anlatıyordu. Geri dönmek zorundaydık.
Su üstüne çıkınca kolumdaki dalış bilgisayarıma baktım. Her şey sadece 10 dakika sürmüştü. Uzun yıllardır beklediğim buz altı dalışını sonunda gerçekleştirmiştik. Kısa sürmüştü ama ilk gün için bu yeterliydi.
Kaçkar Dağları’nın 3 bin 368 metre yüksekliğindeki Büyük Deniz Gölü’nün varlığından 1997 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı çalışmalarla haberdar olmuştum. Gölün fotoğrafları çok etkileyiciydi, özellikle de göldeki buz tabakalarının parçalanmaya başladığı zaman çekilmiş olanlar… Derinden yüzeye bakıldığında bu çatlakların nasıl göründüğünü merak ettim.
Göle dışarıdan bakıldığında koyu mavi lekeler göze çarpıyor. Buzulun buralardan incelip kırıldığı izlenimi veriyordu. Oysa ekibin dalışları sonunda gölün üzerindeki bu lekelerin sadece buz tabakasının yüzeyinde oluşan su birikintileri olduğu ortaya çıktı.
Büyük Deniz Gölü yılın on ayı buzlarla örtülü. Erime ancak temmuzun son haftasında başlıyor. Fakat bu dönemde bile gölün üzeri iki santimetrelik buz tabakasıyla kaplanıyor. Suyun altından bakıldığında bir camı andıran bu tabaka öğle saatlerine doğru eriyip yok oluyor.
Bana gereken tüm ön bilgileri Boğaziçi Üniversitesi’nin göldeki yüksek irtifa dalış çalışmalarını yürüten Yard. Doç. Dr. Murat Egi’den aldım. Ancak bu gölde çalışmak hiç de kolay değildi. Göl suyunun aşırı soğukluğu dalgıçlarda ısı kaybına ve dalış malzemelerinin donmasına neden oluyordu. Bu zorluğu aşmak için içlerine su almayan kuru dalış elbiseleri ve diyafram tipi regülatör gibi özel malzemeler kullanmak gerekiyordu.
Bir başka sorun da yüksek irtifada azalan hava basıncıydı. Deniz seviyesinde bir atmosfer olan basınç, bulunduğumuz yükseklikte 0.68 atmosfere düşmüştü. Elbiselerimiz neopren denen bir malzemeden yapılmıştı. Neoprenin içinde milyonlarca hava kabarcığı vardır. Bu kabarcıkların dış ortamla bir bağlantısı olmadığından içlerindeki hava bir atmosfer basınçta sabittir. Yükseklere çıktığımızda ortamın hava basıncı düşerken, kabarcıklardaki hava bu basınca üstün gelir ve kabarcıklar genleşir. Böylece elbisenin sudaki kaldırma kuvveti artar. Bu da dalgıcın sualtında yüzerliğini sağlamasını güçleştirir. Dalgıç yanına daha fazla ağırlık almak zorunda kalır. Ayrıca artan irtifa ile azalan oksijen de dalgıçların kolay yorulmasına neden olur. Kısacası, Büyük Deniz Gölü’nde şartlar bizden yana değildi.
Başka projelerimle çatışması nedeniyle 1997 ve 2002 yıllarında Boğaziçi Üniversitesi’nin Büyük Deniz Gölü’nde yaptığı çalışmalara katılamamamıştım. Bu şansı yitirdiğimden kendi ekibimi kurmak, tüm malzemeleri temin etmek ve kendi planımı yapmak zorundaydım.
Yıllarca tutulan istatistiklerden buzların erime döneminin 17-25 Temmuz tarihleri arasına rastladığını öğrenmiştim. 2004 Temmuz başından itibaren Kaçkarlar’a tırmanan gruplardan gölün durumu hakkında bilgi alıyordum.
Temmuz 2005’e gelindiğinde bir defa daha hazırdık; malzemeler, ekip, ilkyardım yönetmeliğimiz ve olağanüstü durum planı, her şey…
İçimizden birinin yükseklik hastalığına yakalanmasından korkuyorduk. Bu riski azaltmak için tırmanıştan birkaç gün öncesinde 2 bin metrenin üzerinde Ardahan ve Artvin’de kurduğumuz kamplarda konakladık.
Dağcılardan aldığımız bilgiler ışığında artık buzların erimeye başlayacağı günü belirlemiştik. Bu tarih 20 Temmuz’du. Artvin’in Yusufeli ilçe merkezi üzerinden 20 Temmuz 2005 akşamı yakınlardaki Olgunlar köyüne vardık. Ertesi sabah malzemelerimizi göle taşıyacak katırcılarla buluştuk. O sabah altı katırdan oluşan bir kervanımız oldu. Her bir katır 50 kilogram kadar yükümüzü taşıyordu. Katırlar önde, yedi kişilik ekibimiz arkada yürümeye başladık. Fakat katırlara oranla daha yavaş ilerlediğimiz için onlar bir süre sonra arayı açtılar. Üç buçuk saatlik bir yürüyüş sonunda Dilberdüzü mevkisine vardık. Ortalıkta katırlar yoktu.
Yürüyüşün beşinci saatinde katırcıların yanına vardık. Bizi bir buçuk saattir bekliyorlardı. Bulunduğumuz yükseklik 3 bin metreydi ve göle dokuz yüz metre kalmıştı. Bu son metreler yolun en dik ve zorlu bölümüydü. Katırcılar bize hayvanların daha fazla tırmanamayacağını söylediler. Yapacak bir şey yoktu, her birimiz sırtımıza yük vurup üç yüz kilogramdan fazla gelen malzemeyi gölün kıyısına taşıdık. Ekipteki her kişi yedi tur yaptı. Oksijenin az olduğu bir ortamda bu oldukça zor ve yorucuydu. Gölün kıyısındaki kampımıza ancak ertesi gün, yani 22 Temmuz’un öğlen saatlerinde yerleşebildik.
İlk dalışın hazırlıklarına kampı kurduktan sonra başladık. En ufak bir harekette oksijen azlığından soluk soluğa kalıyorduk. Deniz seviyesinde on beş dakika gibi kısa bir sürede dalışa hazırlanmamıza rağmen 3 bin 368 metrede bu iş bir saatimizi aldı.
Sadece 10 dakika süren ilk dalış sayesinde ortam hakkında bilgi sahibi olmuş, soğukla ve buzların altındaki karanlıkla baş edebileceğimizi görmüştük.
Ertesi günkü dalışta Burak Karacık’ın video çekmesini planlamıştık. Ben de fotoğraf çekecektim. Rahat olabilmemiz için de kara ile bağlantımızı sağlayacak kılavuz hattını çekmemeye karar verdik. Bunun için gerekli elemgeyi yanımıza dahi almadık.
Dışarıdan göle baktığımızda buzun üzerinde çok sayıda çatlak ve delik görünüyordu. Herhangi bir durumda bu açıklıkların birinden yüzeye çıkacaktık. Sonra yüzeyde yönümüzü tayin edip karaya rahatça ulaşacaktık.
Dalışa geçip buzun altına girince yeniden heyecanlandığımı hissettim. Daha önce beş metre kalınlığında yarı saydam bir kitlenin altında hiç dalmamıştım. O kadar mağara dalışı yapmama rağmen bu çok farklı bir tecrübeydi.
Zamanımız az olduğundan hemen fotoğraf çekmeye başladım. Buz tabakası suyun altından çok farklı görünüyordu. Soğuğu unutmuştum. Sürekli fotoğraf çekiyordum. Sonra bir an durup etrafıma baktım. Nerede olduğumu, dalışa girdiğimiz yerin ne yönde kaldığını anlayamaya çalıştım. Her yer birbirine benziyordu. Görüş mesafesi çok azdı. Yön duygumu kaybetmiştim ve suya ne taraftan girdiğimi anlayamıyordum. Aynı sorunu Burak’ın da yaşadığı belliydi; o da etrafına bakıyordu. Hemen yanına gittim. Önceden planladığımız gibi yüzeye çıkmak için dalışa girerken gördüğümüz çatlaklardan birine doğru ilerledik. Fakat çatlağa yaklaştığımızda bizi acı bir şey bekliyordu. Yüzeyde çatlak gibi görünen koyuluklar sadece buzun üzerinde oluşmuş su birikintileriydi. Aşağıda ise buz tekparça duruyordu, hem de metrelerce kalınlıkta. Yüzeye çıkış yoktu.
Burak’la birbirimize baktık. İkimizin de gözlerinde aynı çaresizlik vardı. Buzun altında kaybolmuştuk. O an kılavuz hattını çekmediğimize pişman oldum. Korkmaya başladığımdan nefes alıp verişlerim artmıştı. Bu fazla hava tüketmeme sebep olacağından kendimi sakinleştirmem gerekiyordu. Gözlerimi kapattım ve nefesimi düzenli temposuna çektim.
Kısa bir süre düşünüp su yüzeyine çıkmak için bir yol bulmaya çalıştım. Dalıştan önce buzdaki çatlakların büyük kısmının kampımızın bulunduğu kıyıya paralel uzandığına dikkat etmiştim. Eğer bu çatlaklara dik açıda yüzersek ya kıyıya ulaşacaktık ya da iki yüz metre genişliğindeki gölün iyice ortasına doğru ilerlemiş olacaktık. Gölün ortasına doğru gidersek kıyıya dönmemiz zorlaşacaktı. Ama bir seçim yapmalıydık. Kısa bir yüzüşün ardından ilerideki buzların kenarından gün ışığı sızdığını gördüm. Şanslıydık. Doğru yönde ilerlemiştik. Sudan çıkmadık ve Burak’la kıyıya yakın kalıp ellerimiz iyice üşüyene kadar dalışı sürdürdük.
Dalışlarda soğuk suya sadece psikolojik olarak direnebiliyorduk. Yoksa bedenimizin üşümemesi olanaksızdı. Her nefes alışımızda soğuk hava ciğerlerimizi adeta yakıyordu.
Göldeki buzlar gün içinde havanın ısınmasıyla eriyordu. Ama her sabah uyandığımızda gölün yüzeyini yaklaşık iki santimetrelik ince bir buz tabakasıyla kaplı buluyorduk. Öğlen olunca bu tabaka yeniden çözülmeye başlıyordu, ta ki güneş batana kadar.
Son dalışımızı 24 Temmuz 2005 günü yaptık. Amacımız gölün yüzeyini kaplayan ince buz tabakasının dipten nasıl görüldüğünü incelemekti. Bu dalış için Rize’de sanayi dalgıçlığı yapan Rıza Birkan ekibimize katıldı ve ekiptekilerin sayısı sekize çıktı. Onun gelmesiyle yüksek irtifa dalışları için oldukça fazla sayılan 16 metre derinliğe inmeye karar verdik.
Burak, Rıza ve ben dalışa geçer geçmez önce birbirimizi kaybetmemek için yakın yüzdük. Su, 10 metrenin altına indiğimizde bir anda berraklaştı. Görüş mesafesi 50 metrenin üzerine çıktı. Bu gölde ilk defa bu kadar iyi görüşe rastlamıştık. Görüntü muhteşemdi. Koyu renkli kocaman kayalar ve aralarını dolduran bej rengi balçık dokusu adeta Akdeniz’in derinlerini hatırlatıyordu. Tek eksik vardı: Denizlerdeki yaşam.
Yaklaşık bir santigrat derece sıcaklıktaki suda balık yumurtaları gelişemiyordu. Birçok kişinin sandığı gibi yüksek irtifadaki Büyük Deniz Gölü bir krater değil, buzul gölüdür. Buzul göllerinin genişliği ile derinliği arasında bir oran bulunuyordu. Boğaziçi Üniversitesi bu orana göre Büyük Deniz Gölü’nün derinliğinin 60 metre olduğunu tahmin ediyordu. Gölün 10 metre derinliğinde başlayan berrak su tabakası 35 metreye kadar devam ediyordu. Bu derinliğe Boğaziçi Üniversitesi’nin dalgıçları inmiş ve bize 35 metrenin altında suyun yeniden bulandığını söylemişlerdi.
Tatlı su ekosistemlerinde olduğu gibi Büyük Deniz Gölü’nde de buzlar güneş almayan soğuk derinliklerde oluşuyor, sonrada yüzeye çıkıp büyük kütlelere dönüşüyor. Bu kütleler kış aylarında kalınlaşarak tüm yüzeyi kaplıyor ve gölün dışarıyla ilişkisini kesebiliyorlar. Atlas ekibinin dalış yaptığı temmuz ayında bile yüzeydeki buz kütlesinin kalınlığı yer yer beş metreyi buluyordu.
Doruk Dündar ve Burak Karacık ilk dalış öncesinde kuru dalış elbiselerini giyerken birbirlerine yardım ettiler. Su sıcaklığının donma derecesine yaklaştığı gölde dalgıçlar kuru elbise denen ve içlerine su almayan dalış elbiselerini kullandılar. Böylece vücutlarının suyla temasını engelleyerek ısı kaybını en aza indirdiler. Fakat yüksek irtifadaki oksijen azlığı nedeniyle normalde 15 dakika sürmesi gereken bu hazırlık yaklaşık bir saatlerini aldı. Çünkü oksijensiz kalan bedenleri hemen yoruluyordu.
Deniz seviyesinde yapılan dalışlar 18 metre derinliğe kadar büyük tehlike oluşturmazlar. Hatta ilk dalış sertifikalarını alan acemi dalgıçların bile bu derinliğe inmelerine izin verilir. Yüksek irtifa dalışlarında ise 15 metreyi geçmek bile büyük bir tehlike taşıyor. Dalgıcın kanında normalde sıvı halde bulunan azot, dalış sırasında gaz haline dönüşerek damarlarda hava kabarcığı olarak gezmeye başlar.
Bu dönüşümü tetikleyen hem derinliğin artması, hem de o derinlikte harcanan zamandır. Azot gazını dalıştan çıkmadan önce yeniden sıvı haline getirmezseniz, kabarcık damarlarınızı tıkar. Buna vurgun denir. Yüksek irtifada dış ortamın hava basıncı daha da az olduğundan hava kabarcığı daha kolay oluşur. Bu nedenle derinlere inmek bu riski arttırmak demektir.
Son dalışımızda kısa bir süre 16 metrede kaldıktan sonra buzların altındaki çatlaklara yükseldik. Gölün eriyen bölümlerinde yüzen buzulların görüntülerini izleyerek geçen dalış 40 dakika sürdü.
Yüzeye çıktığımızda çok heyecanlıydım. Yıllardır kafamda kurduğum dalışları tamamlamıştım. Buz altında bir santigrat derecedeki suya dayanabilmek beni cesaretlendirmişti. Buz altı dalışları konusunda kafamdaki soruların birçoğunu yanıtlamıştım. Artık uzun süredir aklımda olan Antarktika’da penguen ve fokları fotoğraflama projemi daha sağlıklı planlayabilirdim.
Ali Ethem Keskin
aliethemkeskin@gmail.com
bu yazı kesfetmekicinbak.com adresinde daha önceden yayınlanmıştır.