Geçmişe dair silik hatıralarla yüklü tozlu raflarda, teneke kutular veya albüm içlerine saklanmış onca fotoğraf ve kartpostalla doludur evlerimiz.
Kimileri biriktirir anılarını. Kaç ev kaç gönül değiştirdiğinin bir önemi yoktur. Sandığında gizler tüm yaşanmışlıklarını, atmaz kıyamaz bir türlü! Gül rengi şarabıyla baş başa kaldığı bir akşam açar kapağını ve geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkar nemlenmiş gözlerine aldırmadan. Siyah beyaz günlerden kalma çocukluk yıllarına gider bir adalı apansız. Bozcaada düşman işgali altındadır. Habbele Ovası’na Fransız tayyareleri inip kalkarken, liman İngiliz bahriyelileri ile dolup taşıyordur. Çanakkale’de patlayan bomba sesleri arasında bildikleri tüm duaları okuyarak uyumaya çalışırdı kadın ve çocuklar. Türk mahallesinden bilgi sızdırılmasın diye baskı altında tutulurlardı daima. İşgal etmek için geldikleri Anadolu topraklarından bir gün arkalarına bile bakmadan kaçacakları acaba akıllarına gelir miydi diye düşünmekten kendini alamamıştı yüzüne yerleşen tebessümle. Kısa pantolonlu yalınayak dolanırken sahil kenarında, al sancak taşıyan bir gemi görmüştü ufukta aniden. Tenekeden yapıp yüzdürdüğü gemisini bir kenara atıp eve koşmuştu telaşla.
Oysa adada bayram havası esmekteydi. Gelenler meydandaki bayrağı toka edip kurtarmışlardı Bozcaada’yı 12 yıllık esaretten. Tahta bir filika tüm eğlencesiydi çocukluk günlerinin. Limanın açığındaki şamandıraya kadar gidip salarlardı oltalarını rastgele nidalarıyla. Bir keresinde kalamar tutmuşlardı da bir türlü çıkartamamışlardı oltadan. Altlarda kalan bir fotoğrafı çekerken, metal bir kalemtıraş yere düşmüştü sandıktan içinde kalan son kırıntıları savurarak. En yakın arkadaşı Ziya’nın hediyesiydi bu. Usulca yere düşen kalemtıraşı aldı avcunun arasına ve matematik ödevini yapmadıkları için birlikte kara tahta önünde bütün ders boyunca nasıl tek ayak üstünde durduklarını anımsadı. O günden sonra çok sıkı dost olmuşlardı. Hiç ayrılmıyorlardı birbirlerinden. Yazın bağlara çalışmaya gidiyor, haftalıklarını biriktiriyorlardı. Lise için yatılı gideceklerdi o kış Çanakkale’ye ve evden ilk kez uzaklaşacaklardı. Gurbet elde soğuk yatakhane günlerinde desteklediler birbirlerini ve tüm zorluklara birlikte göğüs gerip mezun oldular yokluk yıllarında.
Saadet Vapuru’nun bastonlu başında çektirdikleri hatıra fotoğrafını göründüğünde ise, ada önlerine geldiklerinde içlerini saran heyecanı tıpkı o an ki gibi hissetmişti gülümseyerek.
Bir tek askerde ayrılmışlardı. Ziya, Bahriye neferi olarak İskenderun’da eğitim almış ve Cumhuriyet donanmasını Taşoz muhribinde görevlendirilmişti (Taşoz Muhribi; Osmanlı Devletinin Donanma Cemiyeti tarafından 1907 yılında Fransa’dan satın aldığı 4 adet ‘Durandal’ sınıfı muhripten biriydi. 27 Ekim 1914’teki Sivastopol Baskını’na ve Osmanlı’nın başarılı bir deniz harekâtı olan ve Önyüzbaşı Hüseyin Rauf Bey komutasındaki 4 muhripten biri olarak İmroz/Gökçeada Savaşı’nda kullanılmıştı. 1923 yılında Cumhuriyet Donanması’nda görev alarak, 1932’de hizmet dışına çıkarılmıştı). Ne uzun süreydi üç koca yıl en yakın dostundan ayrı kalmak için. Fakat ‘vatani görev’ kutsaldı. Hem sonra kız verirler miydi hiç askerliğini yapmamış adama? Ayazma sahilinde bir testi şarabı bölüştükleri o mayıs akşamını tekrar etmek için beklenecek 3 uzun yıl vardı önlerinde. Allah’a emanet edip sevdiklerini düşmüşlerdi yola Hacı Şerif Ali’nin yelkenlisiyle…
Okuma yazma seferberliğinin başladığı günden beri, kalemi elinden düşürmezdi hiç! Cumhuriyet ve Son Posta gazetelerini en ince ayrıntısına kadar okur, beğendiği köşe yazılarını kesip biriktirirdi. Öyle ki zarflara ayırdığı kartpostal ve fotoğrafların altından Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında gerçekleştirilen devrimleri yazdığı ajandasına ilişti eli. Son sayfayı araladı, 1938’in 10 Kasım’ı katafalka konmuş bir ulu çınarın göçüp gidişini anlatan gazete kupürünü okşadı ve ilk inci süzüldü çökmüş avurtlarından. Eli varmamıştı bir daha da bu ajandaya yazmaya. Diğer bütün boş sayfaları gibi yarım kalmış bir öyküyü anlatıyordu adeta… Banka’nın verdiği çelik İş Bankası kumbarada hâlâ birkaç bozukluk vardı. O yıllar biriktirdiği kumbaraları kitap almak için bozardı sadece. 9 Ağustos 1936 tarihli gazetede Sabahattin Ali’nin hikâye kitabı ‘Kağnı’nın çıktığı duyuruluyordu. İlk iş onu almalıydı daha sonra düşünecekti ayakkabısına kaçıncı pençeyi attıracağını.
1932 yılına dair güncesinde; 12 Temmuz’da Türk Dil Kurumu kurulmuş, 18 Ağustos’ta Kerîman Halis Dünya güzeli seçilmiş, 7 Aralık’ta Muhsin Ertuğrul’un “Bir Millet Uyanıyor” filmi gösterime girmişti. Gazete kupürleri arasından rengi biraz solmuş siyah-beyaz bir fotoğraf çıkmıştı. Bu en yakın dostu Ziya’dan gelen askerlik hatırasıydı. Taşoz muhribinde askerken Tekirdağ’a diğer gemilerle birlikte giderek manevralara (tatbikata) katılmışlardı. Arkasını çevirdi ve yazılanları okudu yıllar sonra; “Ön yüzünde: Tekir dağı manzarası, arka yüzünde ise; 21-1-932 Kardeşim Celal ef. Sana bir hatıra olmak üzere takdim ederim. ‘Taşoz’ güverte çavuşu Bozcaadalı Ziya.” yazmaktaydı.
Taşoz Muhribinin güvertesinde dolaşan Ziya çavuşu düşünürken tatlı bir uykuya teslim olmuştu anıların ağır yüküyle dolu adalı. Şarabın da etkisiyle göz kapakları ağırlaşmış ve dalıp gitmişti…
H. Can Yücel
https://www.facebook.com/huseyin.c.yucel
Kaynak: https://www.bozcaadadergisi.com/bahriyeli-ziya/
Kaynakça:
Taşoz hakkında: Şanlı Bahriye, Nejat Gülen.
www.biyografya.info 1932, 1936 tarihinde gelişen olaylar.
Fotoğraf: H. Can Yücel arşivi
Not: Yukarıdaki hikâye 10 Mayıs 2019 tarihinde satın aldığım fotokart üzerine kaleme alınmış ve kurgulanmıştır.
[Bu yazı Ağustos 2019’da Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.]