Denizlerimiz ile ilgili özellikle dalış merkezlerinin öncülüğünde son yıllarda pek çok proje üretilmeye başlandı. Sualtı müzeleri kurma, yapay resifler oluşturmak, arkeoparklar yaratmak su altı heykelleri yapmak, su altında donanmanın ve hava kuvvetlerinin hurdaya ayrılan gemi ve uçaklarının batırılarak yeni dalış noktalarının yaratmak gibi. Kabul etmek gerekir ki, dalış turizmi için kaynak yaratmak sektörün geleceği için de gerekli. Ama sualtı doğasının korunması da en az onlar kadar önemli. Hem denizlerimizin, hem de sektörün geleceği için. Ama ne yazık ki, denizlerimizin ve doğal çevrenin korunması adına slogan üretmekten başka hiçbir önlem, hiçbir proje ortaya konmuyor: Sualtına sadece hava kabarcıklarımızı bırakalım, hiçbir canlıya dokunmayalım, kabuk bile suyun dışına çıkarmayalım, denize çöp atmayalım gibi benzeri sloganlar.
Bunların dışında ortaya konan hiçbir öneri, proje ve uygulama yok.
Bodrum’un bangolarına (reef) yirmibeş yıl önce daldım, Ayvalık bangolarına ilk dalışımdan bugüne on yedi yıl geçmiş. Bugün oralara hala o dönemlerdeki yöntemlerle dalınıyor. Bir farkla ki, o günlerde dalanların sayısı, demir atıp, dalıcıları daldıran dalış teknelerinin sayıları o günlerdekinin birkaç misli. Ama hala bu alanlara dalış teknelerinin demir atmayıp, tonozlara bağlanması gerektiği konuşuluyor. Zaten iş işten geçti, diyelim ki tonozlara bağlanıldı, aşağıya inen onca dalıcının yarattığı tahribatın önüne nasıl geçilecek. Bu imkansız!
Bir zamanlar sualtı kültür değerlerinin kısaca batıkların, amforaların korunması için hemen hemen Türkiye kıyılarının yarısı dalışa kapalıydı. Gökova’ya gittiğimizde belirli alanlara sıkışıp kalırdık. Ama ne oldu, sadece serbest olan alanlara dalarak kendimizi geliştirdik, sualtında fotoğraf çektik, ülkemiz denizlerini tanıdık. Son yıllarda dalışa kapalı alanlar olması gereken şekilde azaltılıp bugünkü haline gelince bayram ettik. Ama acaba iyi mi ettik?
Ayvalık’ın kırmızı gorgon’larla kaplı sığlıklarına, Bodrum’un Küçük ve Büyük Reef’lerine şimdi daldığımda aradaki bozulmayı ve tahribatı görüyorum. Bu, ne yazık ki, dalıcıların, dalış teknelerinin yarattığı bir tahribat. Bu sektörün içinden biri olarak, kıyılamızda dalmayalım diyecek halim yok. Ama kurallarımızı yeniden gözden geçirmeliyiz.
Kural koymak, yasak koymakla eş anlamlı mı? Bazen ortak payda da birleştikleri oluyor. O nedenle nasıl amforaların, antik batıkların korunması için belirli bölgeler hala dalışa kapalıysa , sualtı doğasını korumak için de dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi bazı bölgelerimiz belirlenmeli ve koruma altına alınmalıdır. Bu avcılık için de, demirlemek için de ,balık çiftlikleri için de, dalış için de geçerli olmalıdır. Örneğin, Ayvalık’ın gorgonlarla kaplı sığlıkların hiç olmazsa bir kaçını, Bodrum’un reef’lerinden birini bu şekilde koruma altına alsak o bölgedeki dalış turizminin önüne engel mi koymuş oluruz? Hiç sanmam! Denizlerimize atılacak daha çok uçak, gemi, otobüs var! Dalış turizminin gittikçe gelişeceği kesin.
Dalış Turizmi konusunda şu andaki en yetkili kurumların başında TSSF geliyor. TSSF’nin bünyesinde de bir “Bilim Kurulu” bulunuyor. Burada adı geçen arkadaşlar konularında uzman olan kişiler. Ama bu elit topluluğun TSSF içinde etkin bir çalışması yok. TSSF bu kurulu dalış turizmininin yoğun olduğu bölgelerde “dalış – çevre” etkilerinin incelenmesi için ve gerekli önlemlerin alınmasında ilk adımın atılması için kullanabilir ve kullanmalıdır. Yoksa “Caulerpa” ların yayılım gösterdiği alanların takibi zaten üniversitelerimiz tarafından layıkıyla yapılıyor. Sonuçta, kendi kapımızın önünü kendimiz süpürmemiz gerekiyor. Bizlerin dışında kimsenin bu konuda taşın altına ellerini sokacakları yok.
Esen kalın,
Ateş Evirgen
www.sualtidunyasi.com.tr