DUNYA KAZAN BEN KEPCE: BOSNA HERSEK

06 Şubat 2015 Cuma

OLAY SALCAN- turizmhaberleri.com/ Ankara

DÜNYA KAZAN BEN KEPÇE DİZİSİ-16
BOSNA HERSEK
ACI VE UMUDU BİR ARADA YAŞAYAN ÜLKE
Tarih boyunca bir çok olaylara sahne olmuş Balkanlar gezimizin sonlarına yaklaşıyoruz. Dubrovnik’ten ayrıldıktan sonraki istikametimiz Bosna Hersek. Yolumuzun üzerinde Dubrovnik’e yaklaşık 100 km. mesafede olan Poçitel’e uğrayacağız.

Bosna Hersek son savaş sırasında en çok kayıp vermiş ve zarar görmüş bir ülke. Hala yaralarını sarmakla meşgul. Şu anda bile ateşin en yüksek ısıdaki yerinde duruyorlar. Yaşananları bir anda unutmak kesinlikle mümkün değil, ama her şeye rağmen beraber yaşamak mümkün. Bosnalılar da, bunun bilinci içerisinde kendilerini olayların akışına bırakıp aklı ve mantığı kullanarak güzel geleceklere ümitle bakıyorlar.


POTİÇEL
Dubrovnik’ten uzak, fakat sınırdan geçince sınıra kısa bir mesafede bulunan Potiçel, tam bir Osmanlı beldesi. Dağın yamaçlarına kat kat kurulmuş bu yerleşim yerini görünce insanın kendisini Anadolu’da hissetmemesine imkan yok. Acaba ters yöne gittik te Türkiye’ye geri mi döndük? İnsanlar bile Türkçe konuşuyor. Köyün girişindeki serin kamelyası ile kahvehanesi, bu şüphelerimizi güçlendiriyor. Şaka bir tarafa burası tam bir Anadolu görüntüsü sergiliyor. Sol taraftaki hamam, cami ve imamı, geleneksel Osmanlı mimari yapısı ile görülmeye değer. En tepede de kartal yuvası gibi bütün bölgeyi kontrol altında tutabilecek kalesi, bütün muhteşemliği ile bize tepeden bakıyor. Sokaklarında geziyor, camisini dolaşıyor ve dönerken de kahvehanesinin bahçesinde çay içiyoruz. Daha sonrada yöre halkının sattıklarından bazı hediyelik eşyalar alıyoruz.

BLAGAY
Potiçel’den sonraki diğer durağımız, 22 km. sonraki Blagay. Buradaki Sarı Saltuk Tekkesi’ni gezdikten sonra Mostar’a devam edeceğiz. Blagay’a gelince araçlardan iniyor ve iki tarafımızda bulunan nar ağaçlarının arasından yaklaşık yarım kilometre yol yürüyerek tekkeye ulaşıyoruz. Tekkenin görünüşü uzaktan dahi çok güzel. Çok büyük bir kayaya sırtını dayamış bu tekke, tam korumalı. Tekkenin arkası ve sağ tarafı tamamen çok dik yamaçlı bir dağa yaslanmış. Sol tarafında ise dağdan gelen su kaynağı ile oluşan Buna akarsuyu akıyor. Tek yaklaşma istikameti bizim şu anda üzerinde bulunduğumuz yol. Yaklaşana kadar da hiç bir şey görülmüyor. Bu tesisi buraya inşa edenlerin ileriyi görme zeka pırıltıları sanki binaya yansımış. Beyaz renkleri içerisinde güneşin yansıyan ışıkları altında pırıl pırıl parlıyor.


Tekkeye ismini veren Sarı Saltuk, Anadolu ve Rumeli’nin fethi sırasında önemli rol oynayarak efsaneleşmiş bir Türkmen, Bektaşi/Alevi halk kahramanı. Hayatını anlatan Saltukname destanı, 13. yy.’da yaşamış alperenlerin yaptıkları savaş ve kahramanlıklarını kapsamakta.

Son derece sade bir şeklide döşenmiş tekkenin ikinci katında yere oturarak kuran okuyanları görmek, bu tekkenin ulvi havasına farklı bir görüntü katıyor. İkinci kat odalarından birisinde bulunan balkon, akarsuya çıkıntı yapacak şekilde inşa edilmiş. Buradan baktığımızda dağın hemen eteğinden doğan ve çoğalarak aşağımızda akan akarsu ile dik yamaç müthiş bir görüntü veriyor. Nehrin etrafa verdiği bereket, çevrenin yeşilliğinden anlaşılıyor. Burayı ziyaret edenler arasında rahibeleri de görüyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki burasının her dinden ziyaretçisi var.

Akarsu kıyısında balık yapan lokantalar var. Çok lezzetli bir şekilde servis ediyorlar. Ufak bir şelalenin görüntüsü ve suyun çıkardığı kulağa hoş gelen sesin yarattığı yemyeşil bir ortamda bir şeyler yemek güzel oluyor. Begova çorbası ve hurmacık tatlısı, iyi bir tercih olabilir.

Bu kadar güzel bir ortam içerisinde karnımızı da doyurduktan sonra kendimizi, daha da enerji dolu hissediyoruz. Bu günkü son durağımız, Mostar. Mostar’a on iki kilometrelik yolumuz kaldı. Yol boyunca iki taraflı gördüğümüz Osmanlı mezarlarını, mezar taşlarından anlıyoruz.


MOSTAR
Balkanlar’ın bu önemli şehrini bir an önce görmenin heyecanı içerisindeyiz. Yol boyu konuşmalarımızın çoğu da, Mostar Köprüsü ile ilgili. Kısa mesafe içerisinde şehre yaklaştıkça ve şehrin içerisinde ilerledikçe mermilerle delik değişik olmuş bir çok yapıyı görmek hüzün verici. Bunlar insanlık adına hiç te iyi görüntüler değil. Kimisi içinde oturulamayacak kadar tahrip edildiğinden terk edilmiş. Kimisi ise çok sayıda mermi izlerine rağmen bazıları için hala yaşam alanı olarak kullanılıyor. Bu şehir, iç savaş sırasında Balkanlar’ın sembolü haline gelmiş bir köprünün yok edilmesi ile bir kültür katliamına sahne olmuş. Tarihin yaralarını silmeye çalışmak için sürdürülen her türlü gayret takdir edilse de, eskiyi geri getirmenin bazen imkanı yok.

Neretva nehri tarafından ikiye ayrılmış bu şehrin bir tarafında Hristiyan Hırvatlar, diğer tarafında Müslüman Bosnalılar yaşıyor. Bir tarafta kilise ve haçlar yükselirken, diğer tarafta camiler ve ay. Bu iki kültürü de birleştiren, Neretva nehrinin üzerinde nehrin bir gerdanlığı gibi duran Mostar Köprüsü.
Bosna-Hersek’in Mostar Şehri’ne de ismini veren Neretva nehri üzerindeki bu köprü, görenleri büyülen bir dünya mirası. Gerçekten Bosna-Hersek’in ve hatta Balkanların simgesi olmaya hak kazanmış muhteşem bir eser. Bu köprüyü görünce savaş sırasında bu görkemli eseri yıkanların gerçek bir insanlık suçu işlediklerini anlamamak mümkün değil.


Nehirden 24 m. yükseklik, 30 m. uzunluk ve 4 m. genişliği ile görkemli görüntüsü karşısında hayranlık ve heyecan duyulmaması imkansız. İnsanın gözünü alamadığı, bakmaktan usanmadığı ve yanından ayrılamadığı bir anıt. O kadar önemli ki Hırvatlar, Boşnakların direncini kırmak için kendilerini bu köprüyü havaya uçurmak zorunluluğunda hissetmişler. İnsanlık mirasını da katletmişler. Böyle acımasız bir zorunluluk olur mu?

446 yıllık tarihi ile zamana meydan okumuş, Balkanlarda tarih yazmış bir köprü bu. Mostar’ın iki yakasını birleştirmek gibi basit bir maksatla yapılan bu köprü, asırlar sonra bu kadar üne kavuşacağını ve bir sembol haline geleceğini, daha da önemlisi dünya kültür mirası bir anıt eser olabileceğini nereden bilebilirdi? Peki bunu yapan Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin ve bunu yaptıranlar bilebilirler mi idi? Bence biliyorlardı. Çünkü esere bakılınca yalnızca o günün ihtiyacını karşılayacak basit bir köprü düşünülmediği hemen anlaşılıyor. Eğer öyle düşünülse idi tahtadan bir köprü bu ihtiyacı çok rahat görebilirdi. Köprünün yapımında o günün şartlarına göre ileri bir teknolojinin kullanıldığı anlaşılıyor. Köprünün iki tarafından kulelerle köprüye güç verilme mantığı mimari zekanın pırıltılarını yansıtıyor. Köprü tamamlandıktan sonra basit bir kasaba olan Mostar’da ticaretin gelişmesi hiç de tesadüf değil. Ama en önemlisi bu köprü, Türklerin imzası. Muhteşem Kanuni’nin muhteşem köprüsü. Türkler bu köprüyü yapmakla yalnızca Balkanlara değil, tüm dünyaya imzalarını atmışlar ve bir anıt eser yaratmışlar.

Mostar Köprüsü, cesur sporcular tarafından yıllarca bir atlama platformu olarak kullanılmış. Geleneğe göre şehrin erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için düğün öncesinde köprüden atlarlarmış. Böylece köprü, birbiri ile evlenecek gençlerin ara hedefi olarak bir odak noktası özelliğine de sahip olmuş.

Ne yazık ki bu gün gördüğümüz köprü, eski köprü değil, eskiliğin verdiği o farklılık yok ama gönül bu, gördüğüne katlanıyor. İç savaş sırasında Hırvatlar tarafından bombalanarak yıkılmış. Mostar Köprüsü’nün eski haline uygun olarak yeniden inşası çalışmaları UNESCO ve Dünya Bankası’nın desteğiyle 1997’de başlamış. Köprünün inşaatını Türk şirketi olan ER-BU üstlenmiş. Macar ordusundan dalgıçlar orijinal taşları nehir yatağından bulup vinçlerle çıkarmışlar. Suyun içinde bozulmaya uğrayan taşlar yapıda kullanılamadığından orijinal taşların çıkarıldığı günümüzde kapalı olan taş ocağı tekrardan bu iş için açılıp aynı ocaktan çıkarılan taşlar köprünün yapımında kullanılmış. Orijinal modele sadık kalan şirket, köprünün temellerini de sağlamlaştırmış.
İnşaatı tamamlanan Mostar Köprüsü, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda devletin temsilcilerinin hazır bulunduğu bir törenle, İngiliz Prensi Charles tarafından 23 Temmuz 2004 tarihinde açılmış. Açılışı, çok sayıda televizyon ekibi naklen yayınla seyircilerine ulaştırmış. Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne eklenmiş.

Mostar Köprüsü, Mostar’daki tek tarihi yapı değil. Mostar’ın dokusu, tarih. Tarihten gelen ve son yaşananları ile Mostar tek başına bir tarih. Örneğin Koski Mehmet Paşa Camii Osmanlı’dan bu güne kadar ayakta kalabilmiş eserlerin en önemlisi. Nehir boyunca uzanan tarihi çarşı içerisinde hem gün ışığında ve hem de sokak lambalarının ışığı altında dolaşmak, tarihi tekrar yaşamak gibi. Gece bir pırlanta gibi parlayan Mostar Köprüsü’nü ve nehre vuran parıldayan yansımalarını seyretmek çok ama çok güzel. Yorulduk demeyin akşam bir tur atın. Hatta nehrin kenarında biraz yüksekten ışıklar altındaki Mostar Köprüsü’ne bakarak akşam yemeği yemenin tadını çıkarın. Şadırvan adlı restoranı tercih ettiğinizde; dolma, sarma ve cevapcici (köfte) denemeyi ihmal etmeyin.

SARAYBOSNA
Mostar’dan Saraybosna, yaklaşık 125 km. Osmanlı’nın kurduğu bu şehir zamanla önemini arttırarak bu güne kadar gelmiş. O tarihlerde Müslüman Boşnaklar, Katolik Hırvatlar ve Ortodoks Sırplar ve Yahudiler beraberce yaşamışlar. Farklı dinlere inanan, farklı kültürlere sahip ve farklı dilleri konuşan bu topluluklar bir arada olmuşlar. Saraybosna’nın büyük bir çoğunluğu mezarlık. Bu mezarlıklarda yatanların genç yaşta ölenler olması da hüzün verici. Bu gün sanki bir şey yokmuş gibi görünüyor, ama yaşananlara bakıldığında yarın ne olur kimse bilemez. Dün de acı ve umut vardı bu gün de. Hala Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar ve Yahudiler bir arada yaşıyorlar.


Saraybosna’yı burada siz değerli okuyucularımıza detayları ile anlatmaya gerek yok. Tam ortasından Miljacka Nehri geçen geleneksel Osmanlı mimari yapısının hakim olduğu bir şehir. Yani Anadolu’yu gezenlerin aşina olduğu yeşil, sevimli ve insanın içini ısıtan karakterde.

Saraybosna gezimize ilk olarak Başçarşı’dan başlıyoruz. Bu gün Kurban Bayramı’nın ilk günü olduğundan ne yazık ki dükkanların büyük bir kısmı açık değil. Ancak insanlar bayram kıyafetlerini giyip havanın güzelliğinden de faydalanarak kendilerini dışarıya attıklarından Saraybosna, daha da güzel görünüyor. Osmanlı bir yeri alır ya da o şehri kurarsa tabii ki camileri, medreseleri, hamamları, çarşıları ve köprüleri de yapar. Hem de en iyisini. Başçarşı da bunlardan birisi. Alışveriş yerleri, kahvehaneleri, lokantaları ve hediyelik eşya satan dükkanları ile son derece göz okşayıcı bir mekan. Buradaki meydanın ortasında bulunan tarihi çeşmeden sularımızı içiyoruz.


Bu meydanda oturup meydanla ve çeşme ile bütünleşmiş olan güvercinleri seyrederek Boşnak böreğimizi yiyoruz. Tarihi Osmanlı hanı, Morica Han, şehrin Katolik Katedrali, Sinagog, Hüsrev Bey ve Ferhadiye Camisini geziyoruz. Hüsrev Bey camisine asılı Türkçe “Bayramınız Mübarek Olsun ” yazısı, Türkçe’nin dünyada ne kadar önemli bir dil olduğunu ve dilimize sahip olmamızın önemini vurguluyor.

Paris’teki Notre Dame’dan ilham alınarak 1889’da inşa edilmiş Saraybosna’nın en büyük katedrali, çarşının sonunda görkemli görüntüsü ile bizi karşılıyor. Farklı dinlerin bir arada da olsa yaşayabileceğinin tarihten gelen yansıması.
Ferhadiye caddesinin bitimindeki Tito’nun gece gündüz sönmeden yanan ateşinin bulunduğu anıt, İkinci Dünya Savaşı kahramanları ve şehrin Almanlardan kurtarılması anısına yapılmış. Özgürlüğü de sembolize eden, halkın Vjecna Vatra dediği “Sonsuz Ateş” in hiç sönmeden var oluşu ve Bosna Hersek’in özgürlüğü için iyi dileklerimizle oradan ayrılıyoruz.

Bundan sonraki durağımız Aliya İzzetbegoviç’in anıt mezarının da bulunduğu Şehitler Mezarlığı. İzzetbegoviç’in etrafı su ile çevrili mütevazi anıt mezarının çevresinde binlerce beyaz mermer taşlı mezarlar var. Son derece duygusal anlar yaşıyoruz. Bu insanlar özgürlük ve vatanları için hiç çekinmeden canlarını vermişler. Hepsi de gencecik, hayatlarının en güzel zamanında ölmüşler.

Şu anda Saraybosna’nın en güzel parkındayız. Bir çok meşhur şahsiyetin heykellerinin arasında ünlü Drina Köprüsü’nün yazarı Ivo Andriç’in heykeli dikkatimizi çekiyor. Parktaki yerde yapılmış, gösterişli bir satranç takımı ile satranç oynayanları hayranlıkla bir müddet seyrediyoruz.

Saraybosna, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan olayın geçtiği yer olarak da tarihte son derece önemli bir konuma sahip. Şu anda Avusturya-Macaristan Arşidük’ü Franz Ferdinand’ın bir Sırplı tarafından suikasta kurban gittiği Latin Köprüsü üzerinde yürüyoruz. Köprünün diğer tarafındaki binalardan birisine bu olayın anısına bir müze açmışlar.


Yaşanan savaşın en acımasız saldırılarından büyük bir pay alarak tahrip edilen kütüphanenin yerine yapılan Sarabosna’nın görkemli kütüphane binasının yanan çoğu el yazması kitaplarının küllerinden tekrar doğmuş olduğuna şahit oluyoruz.

Acılar içerisinde yaşamış ancak umudunu hiç terk etmemiş bu gururlu insanların ülkesi Bosna Hersek’ten yarın sabah kahvaltısını takiben ayrılıyoruz. Bundan sonraki durağımız Belgrad.
Yeni bir yazımda buluşmak üzere hoşça kalın.

Saygılarımla.
olay.salcan@gmail.com
www.olaysalcan.com

Kaynak: turizmhaberleri.com

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin !