URLA VE TUZLA TAHAFFUZHANESİ YASAYAN MUZE OLMALİDİR

06 Aralık 2014 Cumartesi

ASİL S. TUNÇER- turizmhaberleri.com/ Kuşadası

HALİÇ VE TUZLA TAHAFFUZHANELERİ
Göçmenlerin Anavatana İstanbul’dan Giriş Kapıları…

Son bir aydır Balkan göçleriyle yoğunlaşmış biri olarak bu hafta da tahaffuzhanelerden bahsedelim diyorum. Geçen seneki göç konum Makedonya’dan Göçlerdi. Bu sene Bulgaristan’dan Göçler. Makedonya derken (eski) Yugoslavya yani bugünkü Makedonya Cumhuriyeti. Her ne kadar Yunanistan tanımasa da biz tanıdık; adını da o şekilde çağırıyoruz. Makedonya Cumhuriyeti.

Bu sene Bulgaristan Göçü çalışınca karşıma ‘Tahaffuzhaneler’ çıkıverdi. Daha doğrusu daha yoğun yer aldı çalışma sahamın içinde. Bu yüzden de pek bilinmeyen bu konuyu gündemime alıp sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bu arada yoğun kütüphane günlerim ve kaynak tarama meşguliyetim dolayısıyla yazılar da yine ağır aksak gitmeye başladı. Bu yüzden siz okurlarımdan özür diliyorum. Bir günün yirmi dört saati bana yetmiyor inanın.

Göç konusu ülkemizin dört bin yıllık konusu. 1071 klasik dönemlendirmesiyle bakarsak meseleye eğer yaklaşık bin yıldır göçtüğümüz ortaya çıkar. Bu çok önemli konuda bizler yeterince bilgi sahibi değiliz ne yazık ki. Öyle ki göçmenlikle alakam olmayan ben (tek eşimin göçmen olması dışında) bile elli yaşıma yakın zamanda rahat beş kere yer değiştirmişim. Yani ortalama on yılda bir göçmüşüm. Bunu bir de uluslararası boyutta bir göçer insan olduğunuzu düşünün.

En ufak örnek; ev bile değiştirseniz yerleşmeniz altı ayı buluyor. Çevreye alışmanız ve komşularla tanışmanız diğer altı ay etti bir yıl. Yeni çevre yeni klima ve yeni kültür vs. Bu kadar yer değiştirme ve konar-göçerlik elbette kültürümüzü dolayısıyla yaşantımızı etkileyeceği muhakkak. Hatta yaratıcılığınız, yaptığınız sanat eseri ve ortaya koyduğunuz maddi değerler filan hep bu olguyla yani göçle ilintili.

Anadolu Türkü için göç sanki kaderi olmuş. Hatta yaşamı boyunca göç etmek ve bir yerden bir yere sürekli taşındığı için bir yeri yurt edinememiş insanlarımız olmuş. O kadar çok anekdot var ki değil burada tümünü anlatmak tuğla gibi doktora tezi çıkar üç-dört kitapta ancak anlatılır.

Unutamadıklarımdan bir tanesini sizinle paylaşayım: Balkan Savaşı sonunda gemilerle Selanik’ten İzmir’e yola çıkarılan mübadiller yolda Suriye taraflarına göçürüleceklerini ve dolayısıyla geminin de Suriye tarafına dümen kırıp rota değiştireceğini duyarlar. Bunun üzerine o taraflara gitmek istemeyen mübadiller gemi Antalya’da ikmal için durduğunda gemiden bir şekilde gemiden inip karaya ayak basarak kısa süre kıyıda kaldıktan sonra yürüyerek Acıpayam-Denizli’ye ve oradan da akrabaları (tanıdıkları) kimselere daha yakın olmak üzere Aydın taraflarına sanırım Karapınar yani bugünkü İncirliova’ya ve Reşadiye yani bugünkü Ortaklar’a gelirler.

Sonra ne olur? Yunan İzmir’e asker çıkarır ve bölgeyi işgal eder. Aydın’a ilerleyen Yunan birlikleri üzerine bu sefer Afyon’a giderler. Orada yaklaşık üç yıl kalırlar ve ülke düşman işgalinden kurtulduktan sonra kimisi orada kalır kimisi tekrardan Denizli taraflarına ve yine bir kısmı da Aydın civarına dönenler olur. Bu iki paragrafta anlattığım hadiseler on yıl gibi bir sürede meydana gelmiş ve insancıklar (tam göçmen ağzı oldu) on yılda nerdeyse on yer değiştirmişler. Dile kolay, söze basit ama acı, ıstırap ve eziyet dolu, sakatlık-ölüm dolu yıllar. 93 Harbi, Balkan Savaşları ve Sarıkamış Harekatı ile devam eden süreç Çanakkale ve Kurutuluş Savaşı ile noktalanmış ama Justin McCarthy’nin de dediği gibi bu dolu dolu on yılda Tükler iki buçuk milyon insanını kaybetmiştir. Bu bir katliam, hatta soykırımdır.

Bunları çoğumuz biliyoruz ve hemen hepimizin ailesinde bir şekilde bu Osmanlı’nın yani Türklerin en -zor on yılını yaşayan dedelerimiz, ninelerimiz oldu. Göç hatta zorunlu göçe bağlı yaşam biçimi, savaşların şekillendirdiği yeni hayatlar Türk insanının belleklerinden hala silemediği anılarıyla yeni nesillere aktarılan anılar. Köyümüzden kentimize, zanaatımıza, işimize ve edebiyatımızdan sanatımıza hemen her alana etki eden bu faktörler günümüzde de bir şekilde bizleri yoğurmaya ve şekillendirmeye devam ediyor.

Sırf savaştan değil hastalıktan, yokluktan, yol yorgunluğundan ve de yer değiştirmeden telef olanlarımız bile bir savaş yıkımından yaralanan ve ölenlerimiz kadar var sayılara baktığımızda. Bu nedenledir mübadelede en öncelikli alınan tedbirlerden biridir karantina uygulamaları yani konumuz olan tahaffuzhaneler. Bu çokça uygulanmış yöntem nedense savaş ve ölüme çok endeksli tarih anlatıcılığımızda ve savaş sonrası kültür mirasımızda pek yer edinememiş, sıkça adından söz edilmemiştir. Tahaffuzhaneler maalesef başta Haliç’teki olmak üzere çoğu kaybolduktan sonra son yıllarda ele alınmaya başlanmış, benim bile lisede okurken gittiğim Urla’da, bundan otuz sene önce ancak fikir sahibi olduğum bir konudur.

Geçen yazımızda tanıttığımız Urla Karantinası ve Tahaffuzhanesi’nden sonra bu yazımızda siz okurlarımızdan gelen istek üzerine biraz da göç üzerinde bir anekdotla durmaya çalıştık. 93 Harbi ve Balkan Savaşları konusu çokça işlendiği için ve sizlerin tek tuşla onlarca kaynağa rahatlıkla ulaşabileceğiniz için bu konu üzerinde durmuyorum çünkü sadece bende yanılmıyorsam yüzelliden fazla kaynak var. Bendekiler belki de piyasadakilerin onda biridir ancak. Bu dediğim kitapları bulamadınız ama göç konusunda mutlaka bir şeyler okumak istiyorsunuz fakat kaynak isimlerini bilmiyorsunuz. O zaman naçizane tavsiyem en yakınızdaki bir göçmen derneğine gidin; hem oradaki insanlarımızla tanışın hem de onları yakından tanıyın ve yüzyıllık benliğinizde, belleğinizdeki kıyıda köşede kalmış göçmenliğinizi ortaya çıkarın. Çıkmadan dernekteki yayınları inceleyin, fotoğrafları izleyin. Çıkarken de mutlaka size verecekleri bir dergi veya en azından bir broşür olacaktır, onu da yolda okuyun.

İzmir için önerebileceğim yerler arasında Çankaya’daki Bal-Göç Derneği ve Gaziemir’deki Anı Evi olabilir. Gaziemir’in Sevgi Yolu’ndan yukarı yürüdüğünüzde orada eski bir tren istasyonu vardır; Seydiköy (eski) Tren İstasyonu. Orası şimdi çok özel bir yer. Çayıyla, misafirperverliği çok sıcak ve insanlarıyla sohbeti çok güzel bir yer. Oradaki fotoğraflar ve maddi mirasın ötesinde duyacaklarınızla, dinleyeceklerinizle sanki tarihin arka odasını canlı yaşayacaksınız.

Maalesef az okumayan hatta okumayan bir milletiz. Japonya’da bir insan yılda yirmibeş kitap okurken bizde yirmibeş insan bir kitap okuyor. Cep telefonları, internet oyunları daha fazla ilgimizi çekerken otobüste, vapurda –eskiden görürdük ama şimdi artık görmüyoruz- elinde kitap okuyan insanları, özler olduk. Ben herkesin çantasında küçük bir kitap olmasını isterim. “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi? ” sorusuna bizim gibi her yere vizeyle gitmek durumunda kalan insanlar için okumaktan başka çare kalmıyor. Yani bilgi toplumu olmak istiyorsak okumak zorundayız. Bu bir temenni ama zorunluluk aynı zamanda.

İnternet olmayan durumlarda veya benim gibi daha çok basılı yayınları yani kitapları okumayı tercih eden okurlarım için biri kısa biri de uzun iki kitap önerebilirim. Örneğin İzmir’de Karşıyaka vapuruyla Pasaporta gidip-gelmelik süre zarfında okuyabileceğiniz bir küçücük kitap söyleyeyim size: Ender Kamil Boyacı’nın “1920-1923 Bulgaristan’ından Çıkan Dersler ” . Ama derseniz o kadar da küçük olmasın; bize şöyle bir hafta sonu üç gece-iki gün okuyabileceğimiz bir kitap öner derseniz daha geniş olarak göç ve iskanı anlatan bir kaynak önerebilirim bunun üzerine: Fikret Babuş’un “Osmanlı’dan Günümüze Göç ve İskan ” .

Salgın hastalıklara karşı ülkenin doğusunda dokuz tahaffuzhane kurulmuş. Daha çok hac ve posta yolları üzerinde kurulan tahaffuzhaneler genel olarak Arabistan yarımadası gibi sıcak bölgelerden Anadolu’ya gelen insanların, eşyaların ve mektupların ilaçlandığı, müşahede altına alındığı, kontrolden geçirildiği resmi uğrak noktaları olmuşlar. Karantina işlevli tahaffuzhaneler de kurulmuş oldukça önemli görevler üstlenmişler. Erzincan Kemah’ta ilk tahaffuzhane 1823 yılında kurulmuş, Doğu Anadolu’da kolera salgını çıkması üzerine 23 Mayıs 1892 tarihinde bir tahaffuzhane daha kurulur. Arkasından Karahisar-ı Şarki, Eğin, Kelkit, Kuruçay ve Refahiye’nin yanı sıra Erzurum ile Gümüşhane’de de diğer tahaffuzhaneler kurulur ve sayıları dokuza ulaşır.


İstanbul’da ise Haliç ve Tuzla’da iki tane büyük tahaffuzhane kurulur. Haliç’teki ne yazık ki günümüze kadar gelememiştir ama Tuzla’daki halen ayaktadır ama bilinmez. Bundan başka Manastırağzı, Kavak, Selviburnu (Beykoz) karantinaları da mevcuttur. Oya Dağlar Macar, “Balkan Savaşı Sırasında Muhacirlerin Karşılaştıkları Sağlık Sorunları ” adlı makalesinde bu karantina adlarını sıralarken bir de Sarayburnu’ndaki karantinadan söz ediyor ki sanırım bu Haliç’le aynı yer olmalı. 1924’te Yunanistan’dan gelen mübadiller gemilerle önce Tuzla Tahaffuzhanesi’ne getirilir. Yapılan işlemler hemen hemen aynı olduğundan ve bunu bir önceki yazımızda anlattığımızdan şimdi tekrar etmek istemiyorum.

Tuzla’daki Tahaffuzhanenin mübadeleler için tarihi bir anlamı olduğu kadar mübadillerin buluşma yeri ve mübadele anılarının –kötü de olsa- tazelendiği yer olması açısından önemlidir. Hatta ziyaretçilere ayrılan özel bir kısımda her yıl toplanan mübadiller ve çocukları ile torunları denize bu noktadan çiçek atarak hatıralarını canlı tutmaya çalışır ve o günlerin tekrar yaşanmaması için dilekte bulunur, dua ederler.

Tuzla Tahaffuzhanesi’nin bulunduğu bölge aynen Urla’daki yer gibi genelde halk arasında “karantina bölgesi ” diye tanına gelmiştir. Bu bölge, 1981’de Denizcilik Yüksek Okulu’na verilmiş, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlanmış ve Çırağan’dan Tuzla’ya taşınmıştır. 1992 yılında ise İTÜ Denizcilik Fakültesi kurulmuş, Denizcilik Yüksek Okulu da bu bünyeye dahil edilmiştir. Böylece tahaffuzhane tesisleri ve arazisi İTÜ arazileri içine girmiştir. Günümüzde İTÜ Tuzla Kampüsü olarak bilinen bu yer, içinde eğitim havuzları, seyir ve gözlem kulesi, öğrenci yurdu gibi tesislerin de bulunduğu bir üniversite yerleşkesidir.

Sonuç olarak, Türkiye’de iki yerde kalan tahaffuzhane tesislerinin yaşayan müzelere dönüştürülmesi ve toplumda daha bilinebilir hale getirilmesi gereklidir. Tuzla Tahaffuzhanesi’nin kapalı bir konumdan ileriye daha rahat bir noktaya taşınması ve bir müzeye dönüştürülmesi öncelikle arazisinde oturan İTÜ’nün ve tabi ki Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın görevidir. Dileklerimizin en kısa zamanda gerçekleşmesi dileğiyle…

KAYNAKÇA: Oya Dağlar Macar, “Balkan Savaşı Sırasında Muhacirlerin Karşılaştıkları Sağlık Sorunları ” adlı makalesi. Balkanlar ve Göç, Bursa 2013, s.289.
http://www.urla.gov.tr/default_B0.aspx?id=60 ve
http://www.sanayicidergisi.com/sanayii-tarihi/osmanli-ve-turkiye-girislerindeki-ilaclama-merkezleri-tahaffuzhaneler.htm

Kaynak: turizmhaberleri.com

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin !