Anadolulu, Kilikyalı ‘Oppianus’ şu satırları yazmıştı, ‘’Hiçbir çile,sünger avcılarınınkinden daha korkunç, hiçbir çaba, onlarınkinden daha ağır değildir.’’ Sünger avcıları için söylenmiş bir söz vardır ama onu hiçbir sünger avcısı söylemez… Onlara ‘ölüm artıkları’ denirdi. Geceydi daha fakat tan yerinden esen rüzgar, şafağı müjdeliyordu. Beyaz bandanalı, tek katlı dört duvardan ibaret ve bahçesinde birkaç portakal ağacı olan fukara bir evceğizin kapısı gıcırdayarak açıldı. Zayıf, elleri yüzü kurumuş yaşlıca bir kadın çıktı kapıdan, arkasından da Sarı Veysel gözüktü. Ana oğul sarıldılar…Kadıncağız üzgün, kederli, oğlunun yanaklarına bastırdı ellerini, Veysel bu elleri öptü…
‘’Döneceğim ana’’ dedi, ‘’Mutlaka döneceğim, sana yeni elbiseler, ayakkabılar alacağım, döneceğim…Sana gelin getireceğim, artık yalnızlık olmayacak, biraz daha dayan.’’
Sünger Avcısı Dalgıç Sarı Veysel, anasına ve evine bir kez daha bakarak, yumruk gibi olmuş yüreği ile limana doğru yürüdü. Sünger avcılığı Sarı Veysel’in baba mesleği idi. O zamanlar bir tirhandilleri vardı. Baba oğul çıkarlardı süngere. Bir de çengelci kayığı ile Topal Eşref. Sonra o kahrolası savaş yılları…Askere aldılar Veysel’i ama bahriyeli yapmadılar. Veysel sonu gelmez yıllar boyu cepheden cepheye ve günler geceler boyu, siperlerde yaşadı. Toprağı sevmezdi Veysel, onun sevdası mavi sular ve derin mavilerdi…11 yıl boyunca sevdasını göremedi Veysel, sapsarı saçları bembeyaz oldu. Olmayan yavuklusunu ve sevdası denizi düşündü, her ‘cigara’ yakışında, 11 yıl boyunca. Babası ise bir gün her şeyi yamyassı eden azılı bir proveza fırtınasında teknesi ile kayboldu. Bir daha onu hiç gören olmadı…
Veysel terhis olur olmaz memleketi Bodrum’a vardı…Bodrum’un ‘Şandama’ köyündendi (şimdiki Yalıkavak) hemen tanıdığı bir reisin, fukara süngerci filosuna dalgıç yazıldı. Başka ne yapabilirdi ki Sarı Veysel, hayata sıfırdan başlamaktan gayrı…Yakışıklı, boylu, poslu, çam yarması, adem ejderhası gibi bir adamdı Veysel. Adam gibi adamdı. Üç beş kuruşu bir araya getirince, helal süt emmiş bir taze ile sevdalaşıp evlenmekti umudu, beş-altı ay sürecek bu seferden döner dönmez…Anası kız bakacaktı ona. 11 yıl süren yalnızlığı, umudu, hasreti, sevgiye susamışlığı, kadınsızlığı, hep o taze gelini bekliyordu.
Ağır adımlarla limana vardı. Eski dost Topal Eşref hala çengelcilik yapıyordu.
Tokalaştılar, sonra avuçlarına tükürüp yapıştılar küreklere…Pompa teknesi Depozito, alargada bekliyordu. Yanaştılar, atladılar pompa teknesine. Daha gün doğmamıştı. Dağ tepe yamaçlarını o tüm körpe ot ve çiçek kokularını taşıyan ve püfür püfür esip, insanı yelpazeleyen, serin kıyı rüzgarı, denizin yüzünde siyah ve lacivert ürpertiler yürütüyordu.
Gabya yelkeni salınınca, doldurdu sinesini rüzgarla. Mandar ve çarmıh halatları ‘hank’ diye gerilediler. Direk çatırdadı. Fırtınada yatan bir kavak ağacı gibi öne eğildi. Tekne ileri doğru fırladı. Bodoslaması ile denizleri yara yara kesmeye başladı. Hep birlikte:
‘’Haydi selametle.’’dediler. Önlerindeki karanlık denize uzandı tekneler… Rüzgar sağanaklarının biri dinip biri başlıyordu. Bodrum’un görüntüsü lacivert siyahlıkların içinde eridi, uzaklaştı ve kayboldu.
Altı aylık bir ayrılıktı bu, taa ekim sonunda döneceklerdi. Bu aylar, hiç mi hiç geçmek bilmezdi. Hiç haber alınamazdı gidenlerden. Taa ki geri dönüşte, Bodrum Limanı’na girdikleri güne kadar.
Sevdalı kızlar, nişanlılar, karılar, analar, babalar, ekim ayı geldi miydi, her gün doğuşunda limana inerler, gün batasıya kadar gelen tekneleri gözlerlerdi. Bir süngerci teknesi limana girdiğinde ses nefes kesilirdi…
Kocalarının, oğullarının, nişanlılarının, sevdalılarının o gelen teknede dalgıç olduğunu bilen, tekneyi tanıyan analar, kadınlar, kızlar öne çıkarlar, rıhtımın ucuna yürürlerdi. Ama hiç konuşmadan, yürekleri güm güm ederek, güvertedeki denizciler tek tek sessizce sayılırdı. Beş-altı ay önce, yedi kişi mi gittiler? Güvertede kaç kişi var? Yedi mi? Hepsi tamam mı? Hepsi geri döndü mü?
Hepsi tamamsa, sevinç gözyaşları dökülür, herkes birbirine sarılırdı.
Knidos’u bordaladıklarında birden tan yerinin perdeleri ardına kadar açılmaya başladı. Ulu bir turuncu, yeri göğü kaplarcasına genişlemeye koyuldu…
Yukarda ise karmakarışık bir yıldız kalabalığı itişe kakışa kaçışmaya, kaçamayanlar sönmeye başladı…
Laf değil, gün doğuyordu gün…
Bütün doğa, deniz, ağaç, orman, dağlar, tepeler her şey, gözleri fal taşı gibi açık, olduğu yerde kaldı. Sesler sustu, rüzgar durdu, dalgalar ezildi, büzüldü yok oldu… Ve birdenbire, denizin içinden koskoca bir ateş topu suları yara yara fırladı ufkun üstüne…Eh be, eh ki ne eh, ne yaman bir fırlayıştı o. Enginler ateş kesildi, yüksek tepeler Datça Dağları bu ateşi kapınca, meşaleler gibi yandılar. Ne şanlı ne ilahi bir dekordu bu…
Denizin köpükleri, güverte ve yelkenler, bembeyaz parladılar. Koca Reis, ‘’Denizin payını verin.’’ Dedi. Birkaç sünger avcısı depozitonun ambarına inip büyük bir köy ekmeği getirdiler. Koca Reis, ekmeği aralarındaki en yaşlı süngerci olan aşçıları Salih Reis’e verdi. Salih Reis ayağa kalkarak ekmeği aldı ve yüzünü denize dönerek küpeşteye yaslandı. ‘’Al’’ diye bağırdı denize. ‘’Al bu ekmeği deniz, hain deniz, zehirli deniz, doymak bilmez deniz, her yıl kaç delikanlımızı yutarsın. Bu defa merhametli ol deniz, can alma, bize ekmeğimizi ver deniz.’’ Bir besmele çekip ekmeği denize attı ve güverteye, süngercilere dönerek, yüksek bir sesle:
‘’Seferimiz uğurlu, hayırlı, bereketli olsun.’’ dedi.
Knidos’u dümen suyunda bırakıp, Hisarönü’ne doğru dümeni kırdılar… Yeniden esmeye başlayan kuzeybatı ile geniş apaz yol almaya koyuldular. Namusuyla çalışıp ekmek parası için canlarını, hayatlarını ortaya koyan süngerciler için işler zorlaşmıştı…Denizleri sömüren ‘kaparozcular’ sığ suları demir halatlı ‘algarna’ ile tarayarak, sığ suların süngerlerini paramparça etmişler, tüm sığ suları keleşe çevirmişlerdi. Artık açıklarda gizli sığlar bulmaktan gayrı çareleri yoktu. Lakin o açıklardaki gizli sığlar 20-30 kulaçtan başlıyordu. Çok zordu bu derinlikler. (Bir kulaç yaklaşık 182 santimetredir fakat 185 santimetre olarak hesaplandığını da duydum.)
Buderin maviliklerde çalışan bir süngerci dalgıç, yüze çıkar çıkmaz onu güverteye dahi almadan hemen iskele merdivenine oturttular ve miğferini çıkartıp hava tulumbasını durdurup, üstündeki kurşunları dahi çıkarmadan, ağzına bir cigara vererek yakarlar. Çünkü gariban dalgıcın vurgun yiyip yemediği sigara içerken hemen belli olur. Eğer bir yerleri karıncalanmaya, uyuşmaya, sızlamaya başlarsa, her şey mahvolmak üzere demektir. Çünkü dalgıcın bir yerinin karıncalanarak ağırması demek, bir vurgunun eli kulağında demektir, bunu hepsi bilir!
Fakat bu arazların az sonra bir yerini ölünceye dek sakat mı bırakacağını ya da birkaç saat içinde ölümle mi sonuçlanacağını kimse bilemezdi. Eğer o kahrolası vurgun belirtileri varsa, garibin başlığını hemen takarlar, pompacılar pompayı hemen çalıştırırlar ve vurgun yemek üzere olan dalgıcı hızla çıkmış olduğu derinliğe indirirlerdi.
Çalkandıktan sonra hemen kapağı açılan bir gazoz gibi, habbelenip köpüren kan içindeki o boncuklanan gazlar, kan içinde erisin diye indirirlerdi çıktığı derinliğe. Basınç odası gibi tıbbi tedavilerden çarelerden öylesine uzak ve çaresizdiler ki!
Sonra yavaş yavaş yukarı çekerlerdi. Yeniden karıncalanma ya da ağrı olursa, yeniden, hızla tekrar gönderirler ve saatler boyu tutarlardı metrelerce derin diplerde. Bu can kurtarma çabaları sürerken, bazen hava kararır vurgun yiyerek derinlere indirilen fukara dalgıç, o zifiri karanlık sularda kurtulma umudunu bir kör gibi umutsuzca bekler, derinlerin soğuk sularında zangır zangır titrerdi.
Değirmen Bakü açıklarında demir atmadan durdular. Makineleri kapattılar, çengelciler alesta etti…
Dalgıcını denize indiren tekne, dipte yürüyerek sünger toplayan dalgıcını takip edeceği için, demir atmazdı. Makine de çalıştırmazdı, hava borusu takıldı mı, gariban dalgıç yüzeye de çıkamaz dipte havasızlıktan boğulur giderdi.
Dalgıç ağır takımlarıyla dipte yürüdükçe, hortumdan dalgıca hava veren pompa teknesi dalgıcın su yüzüne çıkan hava kabarcıklarını, onu o yöne çeken çengelci kayıklarının kürek gücü il takip ederdi.
O gün deniz pek güler yüzlüydü, kadife gibi bir meltem vardı. Değirmen Bakü tepeleri bugün gibi yangın yeri değildi, alabildiğine kızılçam ormanıydı. Topal Eşref bana şöyle söylemişti o günler için. Bir sincap Keçi Bakü’nden Değirmen Bakü’ne, oradan Datça ve Knidos’a kadar hiç yere inmeden ağaçtan ağaca gidebilirmiş, her taraf öylesine ormanmış.
Sakin deniz, tekneleri usul usul beşiklerken, denizin fısıltısı da ‘’Susun susun, hiç gürültü etmeyin, susun susun.’’der gibiydi.
Tüm dalgıçlar, pompacılar, çengelciler ilk dalışı yapacak olan Sarı Veysel ağabeylerine bakıyorlardı. İlk dalış uğur ve kısmet dalışı sayılırdı. Salih Reis küpeşteye dayanmış, denize yine ekmek atıyor, Veysel’i almaması ve ekmek parası için dua ediyordu.
Veysel askere gitmezden önce, yani 11 yıl önce, Ege’nin en namlı dalgıçlarındandı. Boyu posu, gücü kuvveti ile sanki anasının karnından dalgıç doğmuştu. En derinler o iner, su altında en uzun o kalır, en çok kalite süngeri o toplardı.
Mavi sevgilisinin koynunda her zaman baba yiğitti Veysel… Tabii o zamanlar, 11 yıl önce… Lakin o aslanlar gibi Veysel’in hiç kadını olmamıştı. 11 yıl boyunca cepheden cepheye koşmuştu. O güzelim sarı saçları bembeyaz olmuştu. Yüreğindeki sevdası, çelikten memeleri olan kadınını bekliyordu artık, sırası gelmişti. O seferde iken, anası ona kız bakacaktı. Veysel’i güverteden denize inen basamaklı paserellanın önünde bir tabureye oturttular.
Skafander denen sualtı elbisesini giydirdiler bileklerden sıkan bu elbise, elleri açıkta bırakırdı. Metal göğüslüğünü omuzlarına taktılar. Dört küçük penceresi olan ağır miğferi başına takarlarken, pompacılar da hava pompası önünde alesta oldular. Pompa çalıştırıldı ve miğferin marpucunu, miğferin arkasındaki yuvasına taktılar.
Koca Reis, Sarı Veysel’in baba dostuydu, elini Veysel’in omzuna koyup ‘’Veysel, bugün 25 kulaçtan (45 metre) daha derinlere inme evladım’’ dedi. ‘’Yıllardır denizlerden, derinlerden uzaksın kendini çok yorma, aşağıda fazla kalmak için ısrar etme, bak saat tutacağım, işareti verince yukarı gel oğlum. Aşağıda ne derdin olursa bana bildir(işaret ipi ile) haydi bakalım,selametle, ekmeğin kolay, ömrün de onurlu ve uzun olsun oğlum.’’
Ve bu duayı güvertede bulunan tüm süngerciler tekrarladılar ‘’Selametle, ekmeğin kolay, ömrün onurlu ve uzun olsun.’’
Bu yürekten dualar pek acı bir çaresizliğin, yalnızlığın iniltisi gibiydi.
Veysel’i kollarına girerek (çok ağır forma yüzünden) basamaklı paserelladan indirdiler. Koca Reis’le Salih Reis bakıştılar, hüzünlendiler. 11 yıl önce, Sarı Veysel o ağır forma ile yardım almadan ayğa kalkar ve yardımsız inerdi denize. Bütün süngerciler küpeşteden bellerine kadar sarkarak, Sarı Veysel ağabeylerinin yıllar sonra yaptığı ilk dalışı izliyorlardı. O zamanlar Veysel gıpta edilen, pek yaman bir dalgıçtı. Tüm sünger çeşitlerini sualtından uzakta tanırdı. Fil kulağı mı (en nadide sünger, artık nesli tükendi), melat mı (bütün delikleri aynı büyüklükte olan çok yumuşak kaliteli bir sünger), kabadika mı (irili ufaklı delikleri olan dayanıklı bir sünger) yoksa deli sünger mi?
Lakin söylendiği gibi merhametsiz kaporozcular tüm sığları algarna ile keleşe çevirmişlerdi, sünger artık sadece derinlerdeki gibi topuklarda kalmıştı. Mavi sevgilisi, Sarı Veysel’i yumuşak yumuşak koynuna aldı. Öyle mutluydu ki Veysel…Denizin tavanını delerek (denizin yüzü) içine girdi, deniz onu sardı. O da denize sarıldı, olmayan kadınına sarılır gibi. Şimdi artık başka bir dünyada, başka bir alemdeydi. Şimdi artık yeryüzünün çetinliğinden, kirinden kurtulmuştu. Vücudunun üstündeki ağır formanın tüm ağırlığından dahi kurtulmuştu.
Kuş gibi uçuyordu. Yüksek yamaçların üstünde çark eden bir kartal gibiydi. Taa aşağıdaki derin deniz ormanının üstüne doğru yavaş yavaş süzülüyordu. Uçurumlarıyla, çiçekleriyle, balıklarıyla, rengarenk mavi, turkuaz, yeşil, sarı, lacivert bir alemdi burası. Uçsuz bucaksız harikalar diyarıydı. Tüm renkler, kıvılcımlar, ışıklar, yakamozlar, gelin kuşakları, yanardönerler, şimşekler, ışık huzmeleri…Adeta rengarenk, kristal camlar havanda dövülmüş ve etrafa saçılmıştı. Bir mücevherci dükkanının vitrini dahi bunun yanında solda sıfır kalırdı.
Sarı Veysel aşağılara indikçe miğferlerden çıkan hava boncukları burgaçlanarak yukarıya kendi alemlerine doğru itiş kakış yükseliyorlardı. Veysel elleriyle tutmaya çalıştı boncukları. Dibe yaklaştıkça, koca koca orfoz balıkları, birer ikişer, mağaralarından koca kafalarını çıkartıp çıkartıp, o kocaman dana gözleriyle merakla Veysel’e bakmaya başladılar. Kaya yığınlarının etrafını turlayan sinagrit babalar bile durup durup baktılar Veysel’e ‘’Bunca yıldır nerdeydin eski dost, seni özledik’’ der gibilerinden.
Veysel pek duygulanmıştı, miğferinin içinde hem gülüyor hem ağlıyordu…Denizine 11 yıl sonra kavuşabildiği için gülüyor, kalbinde yara gibi sızlayan sevda çiçeklerini verecek, deniz gurbetçiliğine her gidişte yoluna bakacak ona bağlı ona aşık bir kadını olmadığı için de ağlıyordu.
Mavi suların derinliğinde arıyorum sevgilim seni…
Tüm dalgıçlar da acaba benim gibi mi?
Sevgilim sen balıkların arasından çıkacaksın gibi,
Ne de ıssız ve soğuk olu bu mavi suların dibi.
Sarı yosunların arasında süngerler siyah inci gibi,
Kayalara sürtünmekten kesildi apoşumun ipi…
Hayalin geliyor gözümün önüne denizkızları gibi,
Ne de ıssız ve soğuk olu bu mavi suların dibi.
Orfozlar gelip durdu önümde ejderha gibi…
O lahozların oynayışı ise ceylanlar gibi,
İşte ömrüm böyle geçiyor mavi suların dibinde canımın içi
Ne de güzel oluyor sevgilim mavi sularda düşlemek seni…
Yoruldu dizlerim, tükendi nefesim,
Mavi derinliklerde aramaktan seni.
Bir gün sen o derin maviliklerden çıkacaksın gibi,
Kavuşacağımız günün hayali ile yaşatmaktasın beni,
Nede ıssız ve soğuk olur bu mavi suların dibi.
Şiiri yazan, ‘Aksona’ süngerci teknesinden, deniz gurbetçisi bir dalgıç.
Haldun Sevel
Bu yazı daha evvelden DENIZLERDEN de yayınlanmıştır.