Tanrım Beni Yavaşlat !

ANTİK ÇAĞLARDAN BİR KARYA, LİKYA DUASI ;
“Tanrım beni yavaşlat! Anlık güzellikleri ve zevkleri yaşayabilme sanatını öğret… Bir çiçeğe, güzel bir manzaraya bakmak için yavaşlamayı, güzel bir kediyi, köpeği okşamak için durmayı, güzel bir yazıyı okumayı, bir deniz kenarında balık avlayabilmeyi ve hülyalara dalabilmeyi öğret bana. Bana her gün kaplumbağa ile tavşanın masalını hatırlat… Hatırlat ki, yarışı her zaman hızlı koşanın kazanmadığını, yaşamımda hızımı arttırmaktan daha önemli şeyler olduğunu bileyim.
Beni yavaşlat Tanrım… Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır… İkisi arasındaki farkı bilmek için akıl… Ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver.”

….

Dua’nın tamamı bu kadar değil ama anlam böyle… Yürekten katılıyorum, hatta böyle yaşıyorum, ama sadece burada, sadece doğada… Bu duayı, ya da bu yaşam felsefesini günümüzün şehirler, metropoller dünyasında yaşama uygulamak mümkün mü? Hiç sanmıyorum.
Metropollerdeki, şehirlerdeki iş güç peşindeki günlük hayatta, her şey öylesine hızlı ve her şey ve herkes öylesine işgüzar ve hiperaktif hatta sinirli ki, her şey nefes nefese, artık her şey ve herkes, hem birbirleriyle hem saatle yarışıyor.

Bu duanın sahipleri olan Hitit, Karya, Likya, Phoka medeniyetlerinin yerinde, sadece, kalıntılarının çoğu çalınmış ve yok edilmiş harabeleri var, niye? Hakikaten medeni olan ve bilimin temellerini atan bu medeniyetlerin insanı ‘Tanrım beni yavaşlat’ diye felsefi bir duayı hayata geçirmeye çalışmış ama maalesef… Grek, Makedon, Roma, Kartaca, Pers, Bizans gibi yavaşlamanın erdeminden tamamen bihaber kavimlerin, güzelliklere kör gözlerinin hırs ve aç gözlülüğü sonunda, onların ordularıyla ve o orduların kavimleriyle birlikte yok olup gitmekten kurtulamamışlar yeryüzünden… Tek taraflı iyi niyetli olmak katiyen yetmiyor.

Anadolu Medeniyetleri denen, barıştan ve bilimden yana bu kent devletlerindeki insanların tamamı mı yok olmuş? Hayır, bunu Halikarnas Balıkçısı’nın araştırmalarından öğreniyoruz… Şehir devletlerinin surlarını terk ederek, dağlarda denizlerde birer hermit gibi, birer bilge gibi yaşayan insanlar bu kanın içinde boğulmamışlar. Milattan sonra 400 lerde ilk Türkler Marmara ve Ege kıyılarına yerleşmeye başladıklarında, Antik Anadolu Medeniyetlerinin denizci torunları henüz oradaydılar.

Ne zaman Efes’e, Knidos’a gitsem içim sızlar, bir hüzün kaplar yüreğimi, sanki o yakıp yıkılan benim atalarımın şehriymiş hissine kapılırım… Antik çağlara ve apokaliptik metinlere merakım da beni hep bu tip kitapları arayıp bulmaya ve satır, satır ders çalışır gibi notlar alarak okumaya da itmiştir.

*

1200 yıl boyunca Rusya’da bir manastırda saklı kalan, apokaliptik açıdan çok önemli bir el yazması kitap bulundu… Hz Nuh’un dedesinin kaleme aldığı bu satırlar, gelecekte yaşanacaklar adına adeta Nostradamus kehanetlerini bile gölgede bırakacak gibiydi.

Tevrat ve İncil’de Nuh’un büyük babası Hanok’dan ve Neriah oğlu Baruh’dan söz edilir ama, Hanok’un yazdığı bu satırlar söylendiğine göre bu kutsal kitaplardan çıkartılmış.

Bu el yazması satırlarda Baruh ve Hanok, ‘Yüce Olan’ın kendilerine söylediklerini kaleme almışlar*. (*bak. Hanok’un Gizemleri Baruh’un Kıyameti) yazılanlara göre ‘Yüce Olan’ Baruh’a şunları söylemiş.

*O günler geldiğinde zaman çok hızlı akacak, yıllar çok hızlı geçecek. *Herkes birbirine ters hareket etmeye başlayacak. *O zaman geldiğinde bilge insan bulmak çok zor olacak. *Çok az sayıda insan akıllı kalacak, dahası yaşanacak kötü şeyleri bilen, gören bu bilgeler sessiz kalacak. *Onur utanca, güç aşağılamaya dönüşecek. *Doğruluk yok olacak. *Güzellik ayıp olacak. *Herkesin içinden kıskançlık yükselecek. *Huzurlu olanları bile bu istek kaplayacak. *Birçokları diğerlerine zarar vermek için öfkeyle dolacak. *Bunlar kan dökmek için ordular kuracak ve sonunda bunlar ordularıyla birlikte yok olacak. *Bütün bunlardan kendi iradeleri ile ayrılmayanlar başlarına ne geleceğini bilemeyecek. *Bu dönemde sadece bilgelik yolundaki insanlar zarar görmeyecek.

*

Bu metinlerde Yüce Olan’ın Baruh’a “git kavmine söyle” diyerek söylediği gibi, sadece hırs ve kavga içinde olmayan, bilgelik hazinesinin mirasçısı olanlar, huzur ve sağlık içinde yaşamışlar… Ve hala bir yerlerde yaşıyor bu insanlar, mavi dünyada mesela.

Evet, bu yazım biraz fantastik ve biraz da radikal bir yazı gibi oldu ama bakın, son yıllarda yapılan kazılarda milattan önce dokuz bin beş yüzlere kadar uzanan bir erken tarih dönemine ait onbinlerce tablet yazılı metin bulundu, yerin, toprağın metrelerce altında… Henüz sadece bir kısmı okunabilen bu Sümer metinlerini inceleyen bilim adamları, evet anlamlandırma konusunda anlaşılan bazı görüş ayrılıklarına düştüler ama, tüm bilim adamları bu metinleri ciddiye alıyorlar.

O zamandan bu zamana, birkaç bin yıldır, hırslı ve aç gözlü insanlarda ve hemen tamamen bu tip insanların başı çektiği günümüzün tüm toplumlarında değişen ne var?

Sanki kehanetler tamamen yerine oturuyor…

Toplumdan uzakta, toplumları ve o toplumların ünlü ya da ünsüz, yetkili ya da yetkisiz, bilgili ya da bilgisiz insanlarını izliyorum… Bilgeleşmeyen, yavaşlamayan ve durmadan gerilim üreten bu sinirli insanların mevkii, gücü, inancı, sahip oldukları ya da olmadıkları şey ya da şeyler ne olursa olsun, hemen her kes birbiri ile ters düşmeye başlamadı mı? Onur utanca dönüşüp, güç aşağılama için kullanılmaya başlamadı mı? Doğruluk yok olmaya, güzellik ayıp sayılmaya başlamadı mı? Kıskançlık, çekememezlik, öfke ve birbirine zarar verme, toplumumuza hâkim olmaya başlamadı mı?

Düşünen insan için ve bizim gibi artık az çok yorgun orta yaşlılar için, hatta bazı gençler için dahi, toplumdan kaçış ve sakin bir yerlerde yaşama düşüncesi adeta bir kurtuluş hülyası olmaya başlamadı mı? Abartıyor muyum acaba? Pek sanmıyorum.

*

Bunları yazdığım için bana kızmayın… Eğer ne acılar çektiğimizi yüzümüze vuran bilge yazarlar olmasaydı, sürü psikolojisinden kurtulamayan insanlar, düştükleri durumun farkına bile varamazlardı diye düşünüyorum…

Çünkü gerçekleri tüm çıplaklığı ile görebiliyor olmak insanın canını yakar… Eğer ‘sürüye uyma İçgüdüsü’nü yenebilirsen, o zaman sen özgürsün, ya da eninde sonunda özgür olacaksın demektir.

Evet, o sakin ve bilge yer neresi olabilir? Bilmem kaç yıldızlı ve denize nazır bir otel, motel mi? Hayır, günümüze ışık tutan modern ruh bilimcilerinin* de, (Sigmund Freud – Wilhelm Rıech – Arno Green) apokaliptik metinlerdeki Yüce Olan’ın Baruh’a gösterdiği yol da, tatilin yolu değildir.

Ne demişler Sokrates’e “-adam seyahate gitti, geldi, ama yine aynı sinirli adam” Sokrates’in cevabı da şu olmuş “kendini de götürmüştür de ondan” Yani bir tatil süresince evet fizik olarak dinlenebilirsiniz ama kendinizden, iç hezeyanlarınızdan tam olarak kurtulamazsınız.

Yani sadece dinlenmeye gidiş değil, farklı bir yaşama geçiştir burada sözü edilen… Bu bir şehirden başka bir şehre, ya da, küçük de olsa başka bir yoğun yerleşim merkezine, ya da bir tatil sitesine göç etmek de değil… Baruh’a söylenenler buralarda da hızından pek bir şey kaybetmez, üstelik o doğa denen büyük bilgeleştiricinin, tedavi edip iyileştiren o en büyük hekimin tesir ve tedavi sahası dışında kalırsınız.

Apokaliptik metinde işaret edilen yer ile günümüz ruh bilimcilerinin işaret ettiği yer, evet aynı yerdir, bilgeliğe kaçmak, yani doğanın bağrına, koynuna kaçmak.
Bilgeliğin okulu artık sadece doğanın koynudur ve bana göre de mavi doğanın koynudur… Çünkü bence, bilinenin tam tersine, kara hayatı, deniz hayatına göre daha tehlikeli ve daha eziyetlidir, kara hayatı alabildiğine kavga, denizde yaşam ise sadece ustalık gerektirir.

Evet, bu kadar gam kasavet analizi yeter sanırım… Denizde tuttuğum günlüğümden birkaç satırı buraya, yazımın sonuna ilave etmek istiyorum.

25 Nisan 2013,Maviş evlatla Cova’da mehtap.

“Gecenin karanlık elleri yok bu gece… Dolunay’ın gülümseyen ışığıyla birlikte, sanki çok yücelerden gelen bir selamı hisseder gibiyim ve melankolik bir huzur kaplıyor içimi… Mehtap bu gece gözlerini fal taşı gibi açmış, dolunay olmuş, sanki Cova’daki sevgilileri gözetliyor, seni röntgenci seni!

Sevimli ışığı ile sadece beni değil, tüm karanlığı gülümsetiyor… Çamların, sedir ağaçlarının, ayaklarını denize soktuğu şu karşı kıyıda belli belirsiz gölgeler kımıldıyor, birazcık ürpertici… Oysa bunlar kısacık ömürlü yalancı bir ışıkta eriyip, daha var olmadan silinip yok olan gölgeler… Tıpkı hayatta olup da yaşamayan insanlar gibiler, ya da yaşamaya doyamamış ölmüşler gibi.

Yaşam dediğin ne ki, ölümle ölüm arasında bir fasıla değil mi?

Ama birde pek güzel bir tarafı vardır şu mehtabın, yaşamasını öğrenmiş insanlar için… O buzlu, soluk, romantik ışığı ile bir kenara sinmiş sevdalılara, çekingen âşıklara cesaret verirsin dimi benim sevgili baştan çıkaran çapkın mehtabım.

Ah şu denizin koynuna girmiş mehtabın altında Homeros olsam…

Denizim, büklerim ve ormanlar ile çevrili koylarım, sizler, diğer tüm manzaraları silip gölgede bırakıyorsunuz… Deniz, koylar ve ormanlar, sevgiyle, beraberce, adım adım ve el ele yaşamaktan başka bir isteği, hırsı olmayanlar için yeten bir yerdir, bir memlekettir, yaşanabilir dünyanın tamamıdır… Hele ben ve dostlarım gibi, güneşin önünden bulut geçti diye üzülenler için, dünyada yaşanacak başka hiçbir yer yok artık.

Tüm dostlara, tadına doya doya yaşayacağınız güzel bir yaz mevsimi diliyorum… Tekneniz, pruvanız, mutluluğunuz, her şeyiniz neta olsun.

Haldun Sevel

Haldun Sevel Hoca bundan böyle “SG Yelken” bölümümüzde ‘Rüzgar Baba’ isimli kendi köşesinden; röportajları, yazı ve haberleriyle bizlerle birlikte olacak. Vermiş olduğu destek için cok teşekkür eder ona SG ye...
Haldun Sevel
Bu yazı daha evvelden DENIZLERDEN de yayınlanmıştır.

Bizi Sosyal Medyada Takip Edin !